Aynı fenomene bakıp her defasında farklı şeyler görmek sıklıkla başımıza gelen bir durumdur. Özellikle de Müslümanların Avrupa sınırları içerisindeki durumları söz konusu olduğunda karşı karşıya olduğumuz problemler ve buna karşı geliştirilen hoşnutsuzluklar noktasında bunu görmek mümkün. Bazılarımız, Batı dünyasının sınırları içerisindeki Müslümanların varlığından kaynaklanan gerilimleri, Müslüman toplulukların Avrupa’nın değerleriyle güçlü bir ilişki kuramaması üzerinden okumaktadır. Nitekim bu bakış açısına sahip olanlar, İslam’ın Batı’ya özgü demokrasi ve özgürlük anlayışıyla uyumlu olmadığını öne sürme eğilimindeler. Bir diğer görüş ise sosyal dışlama, ekonomik eşitsizlik, Müslüman kökenli göçmenlerin marjinalleştirilmesi ve İslam’ın şeytanlaştırılması gibi olgular üzerinden okuyor bu durumu. Bu söylemi savunanlar ayrıca sosyal adalet, ekonomik kapsayıcılık ve sağlıklı bir çokkültürlü çevre çağrısı yapmaktadır.

Kendilerini İslam’ın sözcüsü addedenlerin sayısındaki artış ise birlikte yaşamanın zorluklarıyla yüzleşmek ve nihayetinde Müslümanlarla herhangi bir çatışmadan kaçınmak için Avrupa’nın bir diyalog partneri bulmasını zorlaştırmaktadır.

Nitekim Avrupa’nın gözünde İslam’ın tanımı için yarışan aktörler ciddi bir çeşitlilik gösteriyor: Sünni, Şii, Selefi, Sufi, Alevi, Faslı, Türk, Pakistanlı, Müslüman Kardeşler, Hizbut Tahrir ve Ahbaş Cemaati… Bu grup, cemaat ya da topluluklar, İslam’ın temsilcilerinden oluşan uzun bir listenin örnekleridir. Bu tonlara bir de kendisini herhangi bir akım, hareket, öğreti ya da doktrin ile tanımlamayan sessiz çoğunlukları da eklemeliyiz. İşte bu çeşitlilik, Avrupa’nın, “İslam adına” temsilcilik vasfına sahip olacak ve müzakere edilebilecek yapılar bulmakta yaşadığı zorluğu gösteriyor.

Avrupa’nın İslam ile ilişkisinin nasıl olması gerektiğine yönelik çok sayıda yaklaşımdan üç tanesi, eşit derecede öne çıkan eğilimler olarak kabul edilmektedir. İlk eğilim, birlikte yaşamanın zorluklarına göğüs germek için Müslüman göçmenlerin yurttaşı oldukları ülkeler ile verimli bir diyalog kurma ve iş birliğini derinleştirme fikrini kapsamaktadır. İkinci eğilim, Müslümanların liberal dünyanın değerleriyle olumlu bir şekilde etkileşim kurma kapasitesi olduğunu iddia ediyor. Üçüncü eğilim ise Avrupalıları, dış etkilerden arınmış bir “Avrupa İslamı” etrafında toplamaya çalışmaktadır.

Yukarıda bahsedilen üç ayrı tutum ve eğilime daha yakından bakıldığında “Euro-İslam” kavramının daha çok “Avrupalı hassasiyetlere” hitap ettiği görülür. Öte yandan bu kavram kimin kullandığına bağlı olarak değişen birbirinden farklı anlamlar ihtiva ediyor. Bu ifade, “Euro” ön ekine vurgu yapılarak kullanıldığında Müslümanların Avrupalı değerleri içselleştirmekten ve Avrupa merkezli bir dünya görüşüne sahip olmak için Avrupa’nın kavramlarını kabul etmekten başka seçeneğinin olmadığını hatırlatıyor. Tamlamanın ikinci kısmı olan “İslam”a vurgu yapıldığında ise Müslümanların, Avrupa vatandaşlığı çerçevesinde bütünün parçalarından biri olduğunun altı çiziliyor ve Müslümanların dini özgürlük anlayışı öne sürülmüş oluyor.

Euro-İslam kavramının anlamı ve nasıl yorumlandığı konusundaki ihtilaflar bir kenara bırakıldığında bu kavram; İslam’ı bölgeselleştirmek, İslam inancını ve maneviyatını coğrafi bir alana sıkıştırmak yönünde açık bir irade taşıyor. İslam’ı bir coğrafyaya indirgemeye dair bu yaklaşım ise bizi üç ayrı perspektife götürüyor.

İlk olarak Euro-İslam kavramı, Avrupa kıtası ile Müslüman göçmen arka planına sahip Avrupa vatandaşları arasındaki bir politik müzakere platformu olarak ortaya çıkıyor. Bu perspektif Avrupa’ya, Müslümanlarla ilişkilerini İslam’ın teolojik hatlarına girmeksizin idare etme yönünde önemli fırsatlar sunuyor. Bir siyasi platform olarak Euro-İslam’ın; Müslümanları, Avrupa’nın sosyal ve entelektüel tartışmalarına ve birlikte bir yaşamın geleceğine dair daha fazla kaygıya ve inançları ile aidiyetleri arasındaki ilişkinin doğasını değiştirmek için daha tetikte olmaya davet ettiği  çok açıktır. Öte yandan bu durum benzer şekilde, Avrupa’daki Müslüman vatandaşlar arasındaki toplumsal ve ekonomik hareketliliğin ciddi manada teşvik edilmesine yönelik farkındalığı da arttırmaktadır.

Euro-İslam’ın önerdiği ikinci perspektif, İslam’ın tıpkı diğer alanlarda ve coğrafyalarda kendisini yerleşik kıldığı gibi Avrupa’ya da kendini kabul ettirebilmenin imkanına işaret ediyor. Bu durumda Euro-İslam, herhangi bir değer yargısı ima etmiyor ancak sadece yerel ve belli renklerle süslenmiş bir dinselliğe karşılık geliyor. Tıpkı Asya İslam’ı, Mağrib İslam’ı, Afrika İslam’ı ve benzer ifadelerde olduğu gibi… Bu denklem, tarih boyunca Müslüman teolog ve âlimlerce yüceltildiği şekilde İslam’ın çeşitlilik ve çoğulculuk deneyimini akıllara getiriyor. Fıkıh talebelerine İmam el Şafii’nin fıkhi öğretilerinin ve mirasının, kendisinin Irak’ta ya da Mısır’da bulunmasına göre nasıl değiştiğine bağlı olarak dile getirilen bir resmi söylem telkin ediliyor ki bu ve buna benzer birçok örnekte görüldüğü kadarıyla Irak İslam’ı veya Mısır İslam’ını meşrulaştıran sebep, Euro-İslam kavramına teolojik bir onayın kapısını aralayacaktır. Bu perspektiften bakınca Euro-İslam, imamlar, teologlar ve Müslüman âlimlerce tercih edilmekte olan, “Avrupa’da İslam” kavramı ile yer değiştirebilir. Zira bu durumda Müslüman alimler, “farklı zaman ve mekanlara uyum sağlama kabiliyetinin, İslam’a içkin bir durum olduğunu” söyleyecektir.

Üçüncü perspektifi temsil eden Avrupalı politikacılar, akademisyenler ve medya organları içinse Avrupa’yı İslami gericiliğe karşı yalnızca Aydınlanma’ya özgü modern Avrupa değerleri, demokrasi ve insan haklarıyla yoğrulmuş bir İslami yorum koruyabilir. Bu perspektife göre, dini aşırıcılığın kaynağı bu dünyaya ait olmayan bir yerde olmalı. Fakat bu yaklaşım biçimi, kasten veya istemeden, gerilemekte veya savunma pozisyonunda olan medeniyetlerin bir belirtisi olarak iç/dış ikiliğini derinleştirmeye de hizmet ediyor. Bir zıtlık ortaya koyan bu ayrım, birçok açıdan bazı ilk dönem İslam fakihlerinin kavramsallaştırmalarını andırıyor ki bunlar şeriatın sadece Dar’ül İslam’da geçerli olduğu fikrine sahiplerdi ve genel olarak bilinen şekliyle dünyayı iki coğrafyaya ya da bölüme ayırırlardı: Dar’ül İslam ve Dar’ül Harp. Euro-İslam’a dair üçüncü perspektifin ve eski dönem İslam fakihlerinin ortak noktası, uluslararası ilişkileri dini sınırlara göre ayrılmış bir coğrafi bölünme üzerinden algılamalarıdır.

Euro-İslam’ın bu versiyonunun (Müslümanların modern, aydınlanmış kıtaya, onun temel değerlerine ve felsefi kanaatlerine sorgusuz sualsiz katılmasını; Avrupa’ya özgü dünya vizyonunu açıkça paylaşmasını bekleyen) tersyüz edilmiş hâli ise “Fıkıh el Aqaliyat” yani İslami azınlık fıkhıdır.

Bu tür bir hukuk felsefesi, Avrupalı çoğunluğun değerleri ile olan pozitif bir etkileşimden ötürü değil fakat çoğunluk-azınlık arasındaki güç dengesine dair bir strateji olarak İslami kuralların ve hukukun askıya alınmasını ya da tehir edilmesini önerir. İslami bir arka plana sahip olan Avrupa vatandaşları Avrupa’nın değerlerine uyum sağlarken doğru yönde olduklarını hissetmezlerse hiçbir zaman Avrupa’ya bir aidiyet beslemeyeceklerdir. Euro-İslam’ın içeri ve dışarı (Dar’ül İslam ve Dar’ül Harp) ikiliğini baz alan azınlık fıkhı ise Müslümanların, çoğunluğun kanaatine ikna olmuş gözükmesi halinde bile nasıl içten içe ikna olmayıp aslında değişmeden kalabileceklerini göstermektedir. Ne Euro-İslam ne de diğer entegrasyon politikaları, Müslümanları “dışarıdan” manevi olarak koparamamaktadır. Bu da İslami arka plana sahip olan Avrupa vatandaşları, coğrafi bir alanla sınırlanamayacak olan teolojik referansların kendilerini teyit ettiğini düşünmedikçe Avrupa hukukuna ve değerlerine tam olarak bağlı olmayacaklarını ortaya koymaktadır.

Asıl soru; Avrupa’nın, İslami söylemin yenilenmesi için nasıl verimli bir alana dönüşebileceği üzerinedir. Zira böyle bir yenilik olmaksızın Avrupa, Müslümanların fiziksel olarak içinde bulundukları fakat ruhlarının başka bir yere varmasını beklemeye devam ettikleri büyük bir bekleme odası gibi gözükmeye devam edecektir. Euro-İslam kavramı bu açıdan son derece üretici olabilir, tabi eğer iç/dış ikiliğinden arındırılabilirse. Özelde Avrupa’nın, genelde de Batı’nın bugün için etik davranış atmosferini belirlediği ve küresel ölçekte bir değerler sistemini empoze ettiği su götürmez bir gerçektir. Bunu sevelim ya da sevmeyelim, dünyanın bu kısmı (Avrupa), küreselleşmiş kültürümüze ait ruhun vücut bulduğu yer hâline gelmiştir. Bundan ötürü söz konusu bu durum, Müslümanlar için tekrar düşünmek ve kendi değerlerini yenilemek için paha biçilmez bir fırsat sunmaktadır. Sadece sınırlandırılmış bir alanda yaşayan azınlıklar olarak değil, dışa açık bir dünyayla ve zamanın ruhuyla irtibata geçme çabasında olan bir topluluk olarak bunu yapabilirler. Genelde İslam’ın ve özelde Avrupalı İslam’ın alanları arasında kesin coğrafi sınırlar çizmekte ısrar etmek, Samuel Huntington’un kendine özgü kimlik kavramıyla aynı çizgiye düşmek anlamına gelecektir.

Bazı Euro-İslam söylemleri ise İslami arka plana sahip göçmenlerin asimilasyonunun zorlukları sebebiyle medya tarafından öncülüğü yapılan olası bir “Avrupa değerleri erozyona uğrayacak” endişesini kötüye kullanmaktadır. Halbuki Avrupalıların ve Amerikalıların, küreselleşmiş bir kültür oluşturma hususunda fakir ve zayıf durumdaki Afrikalı ve Asyalılardan daha isteksiz olması paradoks değil midir?

Şu an içerisinde bulunduğumuz tarihi dönemler, İslam ve Avrupa arasındaki ilişkiyi derinlemesine düşünmek için uygun bir zamandır. Arap Baharı ve sözde İslam Devleti’nin (IŞİD) ortaya çıkması, siyasal İslam’ın terk edilmesi için uygun zemini hazırlayan iki fenomen olarak ortaya çıktı. İkisi de –her biri kendi yoluyla olmak üzere- dinin devlete ve İslam’ın İslam devletine indirgenmesine dair köklü inancın gizemini dağıtmaktadır. Bugün Arap dünyasında, herhangi bir diğer dönemden daha büyük bir arzuyla, siyasal İslam’ın en temel öğretilerinden birini terk etmeye dönük kuvvetli bir yatkınlık hissediyoruz: Dinin siyasal düzeni ve hukuk sistemini tahakkümü altına alması. Bu şekilde, hem Avrupa ile Avrupa’nın Müslüman yurttaşları arasındaki ilişki için geliştirilen İslami söylemin hem de dünyanın dört bir yanına dağılmış Müslüman toplulukların zamanın ruhuna nasıl ayak uyduracağına dair söylemin terk edilmesinin tartışmasız bir şekilde önemli neticeleri olacaktır.