ÖZET

  • Türkiye’deki 28 Şubat darbesi birkaç açıdan yeni tür bir darbeydi. Şöyle ki bu darbe; yaşanan süreç, müdahil olan aktörler, kullanılan cebir ve anayasaya aykırılığı ile Soğuk Savaş döneminde görülen darbe türlerinden ayrılmaktaydı.
  • 28 Şubat süreci, Soğuk Savaş dönemindeki klasik darbelerin aksine, zamana yayılan ve ordu tarafından sivil aktörlerin bu darbeye gönüllü olarak katılımlarının sağlandığı bir süreçti. Darbe süreci şiddetliydi fakat bu fiziksel bir şiddet değildi. Darbe, hükümeti taciz etmek ve yıkmak amaçlı teorik-anayasal psikolojik operasyonlar yoluyla gerçekleştirildi.
  • Böylelikle 28 Şubat darbesi, yeni bir tür darbeyi resmetmesi bakımından öncü bir darbe olarak düşünülebilir. 28 Şubat süreci bir darbeydi ve öncü bir darbeydi, çünkü Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) tarafından kullanılan birçok yöntem daha sonraları bölgedeki diğer silahlı kuvvetlerce benimsendi.
  • Örneğin, Mısır’da Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye karşı asker destekli yürütülen kampanya sırasında Temerrüd Hareketi’nin 22 milyon imza topladığı iddiası, Mursi hükümeti karşıtı protestoların büyük bir halk desteğine sahip olduğunu ve ordunun daha sonraları yapacağı müdahalenin darbe olarak görülemeyeceğini göstermesi için sıklıkla dillendirildi. Dikkat çeken bir şekilde, Türkiye’deki 28 Şubat sürecinin en hırçın, hükümet karşıtı gazeteleri, Refah-Yol Hükümeti’nin oldukça destek kaybettiğini iddia etmek için 5 Mart 1997 tarihinde “6 milyon imza” manşetini atmıştı.
  • Darbe sürecine iştirak eden sivil aktörler arasında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, bazı medya grupları, sivil toplum örgütleri ve işçi sendikaları ile ticaret birlikleri ve muhalif politikacılar ciddi rol oynadılar. Ordu, ortak bir hedefin peşinde olan, aynı zihniyete sahip bu çeşitli “sivil aktörlerden” oluşan grubun elebaşıydı.
  • 28 Şubat sadece iç aktörlerden gelen bir hareket değildi. Clinton yönetiminin, Refah Partisi’nin (RP) iktidara gelişinden hükümetten ayrılışına kadar geçen süreçte aşamalar halinde değişen politikası darbede büyük bir rol oynadı.
  • Clinton yönetimi, ilk dönemlerinde, Refah-Yol hükümeti ile çalışmaya hazırdı. Clinton yönetiminin yetkilileri o dönemlerde Türkiye’de darbe olmasına dair düşüncelere karşı duruyordu. Ancak ne zamanki ABD’nin hükümete yönelik politikası zamanla değişti ve daha sertleşti, Türkiye’de bir darbe düşüncesine dair pozisyonu da değişti.
  • ABD, 1997’de Türkiye’de sert, aleni bir darbenin olmasını istemiyordu fakat Türkiye’de sekülarizmin erozyona uğramasını da arzulamıyordu. Müsaade ettikleri şey, aynı anda ikisinin de gerçekleşebileceği sürece yayılabilecek bir darbeydi: Darbede ordunun tanklarından ve askerlerinden oluşan tüm mekanizmaları sokağa inmeyecekti ve demokratik görünümü yok etmeyecekti. Fakat bu darbe aynı zamanda sekülarizmi korumak amacıyla hükümeti devirecekti. Görüldüğü gibi, ABD, Türkiye’de “seküler demokrasi” istiyordu.
  • Ankara’daki ABD Büyükelçiliğinde Politik İşler Müşaviri olan Richard McKee’nin işaret ettiği gibi: “ABD, parlamenter demokrasinin iyi bir şey olduğunu düşünmekteydi ve bu yüzden sekülerlerin Refah Partisi’ni –neticede başarıya ulaşacak- illegal ilan etme çabalarından memnuniyet duymadı. Bizlere, demokrasinin ve sekülarizmin desteklendiğine dair şeyler söylendi. Türkiye’de 1996-97’de olanlar haricinde bu harikaydı ve bazıları bugüne kadar bu iki ilkenin çatışma içerisinde olabileceğini öne sürüyordu…”
  • Darbe, Türk toplumu ve politikası için ciddi sonuçlar doğurdu. Sadece silahlı kuvvetler ile toplumun bazı kesimleri arasındaki sevgi ve güven kaybolmadı, ayrıca silahlı kuvvetler darbe sonrasında kendi eylemlerine dair derin bir sorgulama başlattı. Şimdilerde her ne kadar çok güçlü olmasa da ordunun içerisinde darbenin işlevini sorgulayan bir akım ortaya çıktı.
  • İslamcılar da geçmişleri ve yöntemleri hususunda bir sorgulamaya girişti. Onların arayışından doğan şey AK Parti ve “muhafazakâr demokrasi” fikri oldu ki bu da Türkiye ve bölge politikasının ileriki on yılında başka neticelere yol açtı.

Raporun devamını okuyabilmek için PDF versiyonunu indiriniz.