Siyasal İslam’ın bugünkü durumundan duyulan korkular, oldukça uzun bir fedakârlık ve mücadele tarihine sahip olan bir siyasi hareketin temellerini sarsmamalı.

Tunus menşeli Ennahda Partisi kadrolarından bazı isimlerin yanı sıra partinin birçok lideri, birkaç gün önce (Mayıs sonunda) gerçekleşen parti genel kongresinde Ennahda’nın kimliğinde, entelektüel ve politik yaklaşımlarında büyük bir değişime gidildiğini duyurdular. Ennahda mensuplarının ortaya koyduğu şey özetle, partilerinin siyasal İslam ile yoğrulmuş karakterine bundan böyle tamamen arkasını döneceği ve İslam’ı vaz etmeyi artık vazifelerinden biri olarak görmeyeceği şeklindeydi.

Ennahda ulusal bir halk partisine dönüşmekteydi ve Müslüman Kardeşler ile aralarındaki bağı da tamamen koparmıştı. Doğrusunu söylemek gerekirse bazı çevreler Ennahda’nın zaten hiçbir zaman Müslüman Kardeşler ile bir bağı olmadığını da söylemekteydi.

Ennahda’nın yeni söylemi, hem hareketin yıllardır verdiği uzun mücadele tarihine dair bir özür hem de bazı İslamcı gruplar tarafından geliştirilen ve aynı zamanda bir suç olarak da tanımlanan bazı eylemlerin sorumluluğundan aklanma mahiyetindedir.

Bu söylem ayrıca Tunus devletini yüceltme çabasını ve Arap dünyasının farklı yerlerinde süren istikrarsızlıklara galebe çalmayı telkin etmektedir. Esasında Ennahda’nın yeni söylemi tam olarak budur. Öte yandan böyle bir söyleme bu denli teveccüh gösterilmesinin, Tunus ve onu çevreleyen Arap ülkelerinde yaşananlarla ilişkili olduğunu kestirmek de zor değildir. Şu da var ki bu söylemin üretilmesinde başvurulan argümanlar ise söz konusu söylemin kendi bütünlüğü içerisinden bakıldığında tam olarak doğru bir yol değildir.

Siyaset sahnesine çıktığı 1970’lerden bu yana adı birçok kez değişen Ennahda, hiç şüphe yok ki her daim Müslüman Kardeşler’in ve siyasal İslam’ın en önemli güçleri arasında kabul ediliyordu. Öte yandan Ennahda, Müslüman Kardeşler’in sahip olduğu geniş iskelete dair yapılan entelektüel ve siyasi tartışmalara katkıda bulunmuştu. Örgütün vizyonunun dönüşmesinde ve gelişmesinde -1990’ların ortalarında yapılan iki tarihi açıklamayla da ifade edilen- biri ‘kadın hakları’ diğeri de ‘barışçıl yollarla iktidarın değişimi’ ile alakalı olarak geliştirilen demokratik yaklaşımlar pozitif bir rol oynadı.

Bunların yanı sıra Ennahda’nın Müslüman Kardeşler ile olan ilişkisi, bazı komplocu misyonerlik gayretleri üzerinden kurulmadı, tamamen Tunus’a has bir tercihti. Bu yüzden, bugün Ennahda’nın aslında arzu etmediği bir siyasal İslam doktrinine on yıllardır mahkum edildiğini iddia etmek hiç de doğru değildir. Çünkü herhangi bir şekilde Müslüman Kardeşler ile kurulan ilişki ve buna bağlı olarak yeşeren siyasal İslam kimliği, Tunus’ta doğal bir süreçti. Aynı şekilde, Siyasal İslam’ın doğuşunun iki dünya savaşı arasındaki döneme denk gelmesi tamamen tarihi bir fenomendi. Gerçek şu ki Tunus’un, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in ve Pakistan’da Cemaati-i İslami’nin kurulmasını takip eden on yıllar boyunca büyük ölçüde siyasal İslamcı söylemler üreten Arap Müslüman halklara katılması geç kalmış bir gelişmeydi.

19.yüzyılın ortalarından bu yana İslam dünyasındaki modernleşme yanlısı birçok hareket, geleneksel ve dini kurumları belirli toplumsal kesimlere indirgemekle bu toplumsallığı ciddi manada marjinalleştirmiştir. Bu gelişmelerle birlikte söz konusu modernleşme yanlısı hareketler, şeriatın ve dini değerlerin koruyucusu olan İslam alimlerinin toplum nezdindeki itibarını zedeleyip onları güçsüzleştirdiği gibi Müslüman toplulukları ise artık Batı’nın ve materyalizmin etkisiyle karşı karşıya bırakmıştı. Tüm bunların yanı sıra 1. Dünya Savaşı’nın sonlanmasıyla Müslümanlar arasında “İslam’ın tehlikede olduğu” algısı gün geçtikçe yayılıyordu. Müslüman toplumların arasından modern sınıflar; modernleşme rüzgârına, tarihi mirasa, özgürlüğe, adalete ve yeni azınlıkların yönetimine ve devlet ile halk arasındaki ilişkiye dair sorulara verdikleri cevaplara bağlı olarak farklı rolleri üstleniyorlardı. 19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’daki Yeni Osmanlıların şeriata dönüşünün adaletin yeniden tesisi üzerinden okunması bu yanıyla tuhaf değildi.

Siyasal İslam herhangi birinin dahiyane bir komplosu değildir, tarih boyunca kendisini tarihin her dönüm noktasında yeniden üreten siyasi ve içtimai bir toplumsal yapı ve otorite fikridir. Bu bakımdan İslami güçlere yönelik saldırıların boyutları her kadar yoğun bir şekilde de olsa İslami eğilimi yok etmenin veya bu eğilimi İslam’ın modern çizgisinden silmenin bir imkânı yoktur. Müslüman halklar, İslam’ın kamusal alandaki rolüne ve pozisyonuna yönelik sorulara bir konsensüs oluşturarak belli cevaplar bulmadığı müddetçe İslami siyasi eğilim, Müslüman halkların yenilenme, özgürlük ve adalet arayışı için sosyo-politik ve ahlaki bir ihtiyaç olarak kalmaya devam edecektir.

Fakat Siyasal İslam, özünde erdemli bir tarihsel fenomenin ürünü olduğundan dolayı kesinlikle bitmiş bir proje olarak da değerlendirilemez. Siyasal İslam bu yönüyle her zaman için devamlı olarak kendisini geliştirip değiştiren bir söylem oldu ve olmaya devam edecek. Örneğin Siyasal İslam’ın ana akım hareketlerinden Müslüman Kardeşler kendi programlarını bir süreliğine yasal düzlemde icra ettikten sonra demokratikleşmişti. Bu gibi hareketler, kısa süreliğine İslam Devleti fikrini benimsemiş fakat sonrasında bu oldukça müphem sloganı terk etmişlerdi. Çünkü modern devlet sistemi ile geleneksel İslam toplumu arasında derin farklılıklar olduğunu fark etmişlerdi.

Geçtiğimiz birkaç on yıl içerisinde birçok Müslüman ülkede, dini ve siyasal meselelerin -belli bir dereceye kadar iki farklı ahlaki ve pratik çerçeveyle idare edilecek iki ayrı alan oldukları varsayımından hareketle- birbirlerinden ayrılması gerektiği yönünde bir eğilim görülmeye başlandı. Böylesi bir eğilim ilk olarak Türkiye’de başladı ve Fas’ta başarıyla ortaya kondu. Mısır ise şu sıralar bu eğilimi nihayete erdirmekte kararlı gibi. Tunus’ta ise Ennahda, 2011 yılında hareketin tamamen siyasi bir partiye dönüştüğünü ilan ederek ilk hatasını yaptı. Oysa başından beri biri dini işlerle ilgili diğeri ise siyaset alanıyla ilgili olan iki ayrı yapı/kimlik olarak çalışabilirdi. Ancak Ennahda’nın bunu yapmaması, Tunus’ta özgür bir siyasal yaşamın restorasyonu fikri ile bundan böyle kendisini tamamıyla din alanının dışında tutmakta karara vardığı anlamına gelmekteydi.

Ancak bugün Ennahda’nın din alanını siyasal süreçlerden ayırdığını ileri süren söylemi herhangi yeni bir şeyi temellendirmemektedir. Çünkü İslam hâlâ Arap ve Müslüman toplumları için hayati bir ihtiyaç olmayı sürdürmektedir. Buna karşın ne yazık ki alimlere ait kimi kurumsal kalıntıların zihni ‘şarabın günahını haşhaşın saflığından ayırt etmekle’ ve ‘tiranlara itaat etmeyi meşrulaştırmakla’ meşguldür. Bu yüzden Ennahda’nın ardında bıraktığı boşluğu cihatçı Selefi gruplar içerisindeki nihilistler yani sözüm ona “İslam Devleti” söylemi ile bu söylemin taraftarları dolduracaktır.

Gerekçesi her ne olursa Ennahda’nın Müslüman Kardeşler ile bağlarını koparmaktan yana olan tavrı, tıpkı 30 yıl önce Müslüman Kardeşlere katılmaya karar vermesi gibi hür bir tercihtir. Zira Müslüman Kardeşler’in tarihi üzerine çalışan birçok araştırmacı, Müslüman Kardeşler’in küresel şemsiyesinin esasında nominal bir şemsiye olduğunu ve hiçbir zaman ortak bir programı veya çeşitli Müslüman Kardeşler organizasyonları için tek bir politik tercihi empoze etmediğini ve bunu denemediğini de bilir. Ortadaki sorun ne Ennahda’nın Müslüman Kardeşler ile bağları koparmasında ne de kendisini siyasal İslam kimliğinden uzaklaştırmak istemesindedir. Sorun, atılan bu adımın üstünlük halet-i ruhiyesine karşılık gelen kavramlarla duyurulmasında ve birçok Arap devletinde şimdiye kadar görülmüş en büyük siyasi tavır olarak geniş popülariteye sahip bir akımın -siyasal İslam’ın- kınanmasındadır.

Müslüman Kardeşlerin öncülük ettiği siyasal İslam’ın ana gövdesi, neredeyse bir asırdır kendi devletlerinin bağımsızlığı, kendi halklarının özgürlüğü ve çoğunluğun iradesini yansıtan ve onların menfaatlerini koruyan bir yönetim sisteminin kurulması için mücadele etmekten müteşekkildir. Tunus lideri Habib Bourguiba’nın despotluğuna karşı halk ayaklandığında, Ennahda da bundan müstesna değildi. Bu mazide ise ne utanç duyulacak ne de kınanacak hiçbir şey yoktur. Gerçekten kınanması gereken şeyler; kaynakların kontrolünü, insan gücünü, ülkeleri ele geçiren ve kendi hegemonyalarını idame ettirmek için devlet şiddetinin en çirkin formunu kullanan ve kullanmaya da devam eden sosyal, mezhepçi ya da faşist azınlık rejimleridir.

Öte yandan, Ennahda’nın yeni söyleminde göze çarpan en ilginç şey, devleti yücelten bir dil kullanımıdır. Bu da demokratlardan ziyade Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin’in diline benziyor. Böyle bir söylem ancak Tunus’un dünyanın süper güçlerinden biri olması veya gurur ve memnuniyet kaynağı olan bir devlet tarihine sahip olması halinde anlaşılabilirdi. Oysa tıpkı İstanbul ve Kahire’de doğduğu şekliyle modern devlet, Tunus’ta 19. yüzyılın ortalarından itibaren doğdu ve bu devletin kısa tarihi ise başarısızlık ve hayal kırıklıkları ile doludur. Çünkü bu devlet ne kendi bağımsızlığını koruyabildi ne de gelişmiş bir devlet olup topluma refah getirebildi.

Ne zaman devletin başarısızlığı artsa sosyal destek azalır ve bu devlet hegemonyasını korumak, halkın ve ülkenin üzerindeki kontrolünü muhafaza etmek için kullanılan şiddetin derecesini yükseltir. Açık olan şudur ki (ve bu sadece Tunus için geçerli değildir) bu tip bir devlet yapısı var olduğu müddetçe bağımsızlık, yenilenme ve refah meselelerine dair bir çözüm olmayacaktır. Halkın devriminden sonra Ennahda’nın Tunus’a esaslı ve hakiki bir katkı olarak sunabileceği şey, devleti yücelten bir söylem geliştirmek yerine devlete karşı eleştirel bir yaklaşım sergilemek olacaktır.

Ennahda’nın kendine dair algısındaki bu değişime dair yorumlardan birine göre burada “Mağrib özgünlüğü” söz konusu ve Ennahda bugün bu özgünlükten ilham alıyor. Fakat hiç kimse bu “özgünlüğün” ne anlama geldiğini, bir tür modernleşme hareketi mi olduğunu ve tarihi mirası yahut azınlıkların iktidara gelmesi fenomeni yahut devletin şiddet aracılığıyla oluşturduğu hegemonyası bakımından Tunus’un diğer Arap devletlerden farklı olup olmadığını izah etmedi. Doğrusu, bu Mağrib özgünlüğü sadece bir mittir. Görünen o ki Ennahda da bazı Mağrib entelektüelleri gibi, buna yatırım yapmanın getirilerine inanmaktadır.

Diğer yorumlara göre ise Mısır’da 2013 yazında gerçekleşen karşı devrimin tesirinden ötürü Tunus’ta da benzer bir durumun patlak vermesinden korkan Ennahda, güvenli yolu seçti. Elbette siyasi hareketlerin kendisi, yaşayan organizmalardır. Bazen biraz korku ve biraz hassasiyet fena değildir. Fakat korku ve hassasiyet, böylesine uzun bir mücadele ve fedakârlık tarihine sahip bir siyasi hareketi paniğe ve aceleci kararlar vermeye sevk etmemelidir.