(Bu metin İngilizce orijinal versiyonundan tercüme edilmiştir.)
İran, 1 Ekim gecesi İsrail’e ikinci kez balistik ve hipersonik füzelerle doğrudan bir saldırıda bulundu. Bununla birlikte, bu saldırı Tahran’ın Nisan 2024’te gerçekleştirdiği bir önceki saldırıdan belirgin bir şekilde farklıydı ve Tel Aviv’in hava savunma sistemleri saldırının yoğunluğu göz önüne alındığında, füzelerin bazılarını engelleyemediği için İsrail’de daha yüksek oranda bir yıkıma yol açtı. Bir önceki saldırıdan farklı olarak İran bu kez 200’e yakın gelişmiş füze kullandı ve bu füzeler İsrail’in farklı bölgelerine yalnızca 12 dakika içinde ulaştı. Üstelik, İranlı yetkililer saldırının başlamasından kısa bir süre önce ABD ve Rusya’yı bilgilendirdiklerini iddia etseler de ABD Dışişleri Bakanlığı İran’ın iddiasını yalanladı. Bu durum, İran’ın son saldırısıyla müttefiklerinin gözünde güvenilirliğini ve düşmanlarının gözünde caydırıcılığını yeniden tesis etmek amacıyla Nisan ayındaki bir önceki saldırıdan daha büyük bir zarar vermek istediğini açıkça gösteriyor. Ayrıca Pentagon, İran saldırısının Nisan ayındaki bir önceki saldırının iki katı büyüklüğünde olduğu yönünde açıklamalar yaptı. Üstelik saldırının yeraltındaki tesislerden gerçekleştirilmiş olması böyle bir operasyon için önceden istihbarat toplamanın zorluğu nedeniyle İran’ın İsrail’e daha ağır bir darbe indirmesine yardımcı oldu. Saldırının İran Yüksek Güvenlik Konseyi tarafından onaylanması da dikkat çekicidir ve bu durum da İran devletinin saldırı konusunda mutabakatını göstermektedir.
İranlı yetkililer, saldırının Hamas lideri İsmail Haniye, Lübnan Hizbullahı Genel Sekreteri Hasan Nasrallah ve Beyrut’un Dahiye bölgesinde Nasrallah ile birlikte aynı İsrail saldırısında öldürülen İran Devrim Muhafızları Komutanı Abbas Nilfuruşan’ın öldürülmesine misilleme olarak gerçekleştirildiğini açıkladı.
Erozyona Uğrayan İran Caydırıcılığı
7 Ekim’den itibaren, İsrail’in İran Devrim Muhafızları yetkililerinin yanı sıra Tahran’ın bölgedeki devlet dışı silahlı vekillerini de hedef alan saldırıları nedeniyle İran’ın caydırıcılığı ciddi anlamda zarar gördü. Ancak, Tahran için hiçbir şey Lübnan Hizbullahı Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın Tel Aviv’in ‘Yeni Düzen‘ olarak adlandırdığı bir İsrail operasyonunda öldürülmesinden daha ağır olamazdı. Nasrallah suikastı sonrasında İran köşeye sıkışarak İsrail’e misilleme yapmak zorunda kaldı. Aksi takdirde, İran’ın devlet dışı müttefiklerinin gözündeki güvenilirliği daha da aşınacak ve ülkenin ‘ileri savunma’ doktrini tehlikeye girecekti. Daha da kötüsü, İran topraklarının hedef alınması Tel Aviv için sadece bir zaman meselesi olacaktı.
İran’ın son saldırısının ardından İranlı yetkililerin yaptığı açıklamalar Tahran’ın bölgede hâlâ daha büyük bir savaştan kaçınmak istediğini gösteriyor. Bu durum daha önce İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın açıklamalarında da kendini göstermişti. Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan şimdiye kadar yaptığı açıklamalarda Batı ile nispeten iyi sayılabilecek/işlevsel bir ilişkiye sahip olma arzusunu ortaya koydu. Dahası, Pezeşkiyan yakın tarihli bir ses kaydında İsrail’in de silah bırakmayı kabul etmesi şartıyla İran’ın silah bırakmaya hazır olduğunu söyledi.
Buna karşın, son saldırısıyla Tahran’ın blöf yapmadığı anlaşılıyor. Tel Aviv’in durmaması ve İran topraklarında doğrudan Tahran’a ya da örneğin Lübnan’da İran vekillerine ağır darbeler indirmeye devam etmesi halinde, İran’ın İsrail ile büyük bir bölgesel savaşı ve İsrail’le açık uçlu bir çatışmaya girmeyi göze aldığı anlaşılıyor. İsrail’in İran’ın saldırına yapacağı misillemenin ölçeği, devam etmekte olan savaşın yörüngesini belirleyecektir.
Lübnan’daki Vahim Durum
Hasan Nasrallah’ın 27 Eylül’de İsrail tarafından öldürülmesi Lübnan tarihinin en dramatik olaylarından biri olarak tarihe geçecek gibi görünüyor. Genel Sekreter, İsrail’in Hizbullah karargâhı olduğunu iddia ettiği bir tünelde üst düzey askeri komutanlarla birlikte öldürüldü. Saldırıda 85 ton ağırlığında sığınak bombaları kullanıldı. Yüzlerce kişinin ölümüne yol açtığı düşünülen saldırı sonucunda altı bina yerle bir oldu. Nasrallah’ın ölümü son birkaç on yıldır bölgede gerçekleşen en önemli siyasi suikast olarak değerlendirilebilir. Hizbullah’ın Lübnan siyasi sahnesindeki sıkı kontrolü, İran destekli örgütler için Hizbullah’ın rol model yapısı, özellikle de Kasım Süleymani suikastı sonrasında müttefiklere verilen eğitim ve koordinasyon yetenekleri, örgütün İran’ın askeri yapısındaki ve 2011 Suriye İç Savaşı’ndan beri devam eden etkisi göz önüne alındığında, gerçekleşen son saldırı El Kaide liderleri Usame bin Ladin ve Eymen Ez-Zevahiri ile IŞİD lideri Ebu Bekir El-Bağdadi’nin öldürülmesinden bile daha kayda değer olduğu ortadadır.
Özetle söylenecek olursa, Nasrallah Hizbullah’ın vücut bulmuş haliydi. Arkasında doldurulması neredeyse imkânsız bir boşluk bıraktı. Nasrallah’ın karizması, dini bilgisi ve Beyrut’un 1982’de İsrail tarafından işgaline karşı verdiği mücadeledeki savaş stratejileri onu Lübnan siyasetinin en kritik oyuncularından biri hâline getirdi. Hizbullah’ın yönetiminde olduğu dönemde, yapının askeri gücü Lübnan siyasetinde bir vesayete dönüşerek nüfuzunu giderek artırdı. Nasrallah, Hizbullah’tan onlarca kişinin ölümüne ve iki binden fazla kişinin yaralanmasına sebep olan sıra dışı bir çağrı cihazı saldırısından tam bir hafta sonra öldürüldü. Gerçekleşen suikastlar ve yapı içindeki iletişim hatlarının kesilmesi ile vurulan ağır darbelerden sonra, Hizbullah şimdi bir düzensizlik hâlinde. Örgütün yönetici kadrosu İsrail saldırılarında neredeyse tamamen ortadan kaldırıldı. Ve kısa sürede toparlanmak Hizbullah için mümkün görünmüyor.
Bunun yanı sıra İsrail, Hizbullah’ın silah kapasitesine büyük zarar verdiğini iddia ediyor ki bazı analistler yapının silah kapasitesinin yarısının yok edildiğini dahi ileri sürüyor. Ancak, Hizbullah bu iddiaları inkâr etmekte. Buna ek olarak, İsrail’in örgüte ciddi manada sızması yapının üyeleri, arasında ciddi bir güvensizlik ortamı yaratmıştır. İsrail’in Lübnan’da güçlü bir istihbarat ağına sahip olduğunun görülmesi, Hizbullah için büyük bir güvenlik ve istihbarat zafiyetine yol açmıştır.
Bu duruma rağmen Hizbullah, İsrail birliklerinin bir sızma girişimini pusu kurarak engellediğine dair açıklamasında görüldüğü üzere, İsrail saldırılarına kalan kapasitesiyle karşı koymaya çalışıyor. Bununla birlikte, mevcut güvensizlik seviyesi nedeniyle yapı içinde ayrılmalar veya bölünmeler yaşanması muhtemel. Üstelik, Lübnan’daki hassas siyasi denge de İsrail saldırıları nedeniyle tehdit altında. Önümüzdeki dönemde İsrail’in saldırılarının daha da şiddetlenmesi halinde Lübnan’daki farklı siyasi yapıların Nasrallah’ın ölümünün yarattığı boşluktan yararlanarak iktidar mücadelesine girişmesi uzak bir senaryo olmayabilir. Lübnan’daki siyasi statükoya meydan okuma girişimleri ülkede yeni kabuslara yol açabilir.
İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırıları bugüne kadar yüzlerce sivilin hayatına mal oldu. Bu acımasız saldırılar aynı zamanda yaklaşık bir milyon insanın yerinden edilmesine yol açtı, ki bu sayı Lübnan hükümeti için başa çıkılması imkânsız bir rakam. Lübnan zaten çok ağır bir siyasi ve ekonomik kriz içerisindeydi. Ülke geçtiğimiz yıllarda çok ciddi bir ekonomik krizden muzdaripti. Bu noktalara ek olarak, 2020 yılında Beyrut Limanı’nda meydana gelen patlama ekonomik altyapıyı tahrip etmiş ve bu durum ekonomik krizi daha da derinleştirmiştir. Dahası, Lübnan’daki mevcut hükümet bir geçici hükümet. Bundan daha da kötüsü, ülke neredeyse üç yıldır cumhurbaşkanı seçemiyor.
Tüm bu sorunların üzerine bir de 7 Ekim ve Hamas’ın Aksa Tufanı Operasyonu eklendi. Nasrallah’ın konuşmalarına göre, Lübnan Hizbullahı operasyon hakkında önceden bilgilendirilmedi. Ne var ki, 8 Ekim’den itibaren Hizbullah Gazze’ye bir ‘destek cephesi’ açarak savaşa katıldı. Beklentilere ve üzerindeki baskıya rağmen Hizbullah, 2006 yılında İsrail ile yaşadığı savaştan ders çıkararak en baştan itibaren savaşa tüm gücüyle müdahil olmayacağını açıkça gösterdi. 2006’daki Temmuz Savaşı Lübnan’da ağır bir yıkıma sebep olduğundan, Hizbullah 7 Ekim sonrasındaki bir yılda benzer bir senaryoyla karşılaşmaktan kaçınması gerektiğini düşündü. Nasrallah, Gazze’de bir ateşkes anlaşmasına varıldığında Hizbullah ile İsrail arasındaki ‘yıpratma savaşının’ sona ereceğini birçok kez dile getirmiştir. Ancak iki taraf arasındaki geleneksel angajman kuralları zamanla aşındı ve Hizbullah, daha önce kullanmadığı uzun menzilli füzelerle Hayfa‘yı vurup İsrail’e kayıplar verdirmiş oldu.
Geçtiğimiz dönemde, İsrail hiçbir kırmızı çizgi tanımadığını tüm dünyaya gösterdi. Böylece hem Hamas hem de Hizbullah liderlerine yönelik çok üst düzey suikastlar gerçekleştirdi. Gazze’yi yerle bir ederek bölgeyi yaşanmaz bir yer hâline getirdi. On yıllardır Hizbullah’a yatırım yapan İran, yapıyı kaybedilemeyecek ve ciddi zarar göremeyecek kadar kıymetli buluyordu. Dolayısıyla Tahran, Hizbullah’ın İsrail ile topyekûn bir savaşa sürüklenmesini de istemedi ve 2020’de İran Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin Irak’ta ABD tarafından öldürülmesinden bu yana kullandığı ‘stratejik sabır‘ konseptinden faydalandı. Buna rağmen stratejik sabır konsepti, İsrail’in sınır tanımayan saldırıları ve Netanyahu hükümetinin Gazze’de Netanyahu’nun başbakanlığının sonunu getirebilecek bir ateşkes anlaşmasından kaçınma konusundaki inatçılığı nedeniyle işe yaramadı. Binyamin Netanyahu, üst düzey suikastlar düzenleyerek gerilimi daha önce görülmemiş bir boyuta taşıyarak iki taraf arasındaki angajman kurallarını efektif bir şekilde değiştirdi.
Sonuç olarak, İran ciddi bir ikilemle karşı karşıya kaldı: Savaşa müdahil olmak ya da köşede beklemek. Her iki seçimin de ciddi sonuçları olacaktı. Tahran gerilimi artırmayı seçti. Aslına bakılırsa Tahran, Tel Aviv’in sözde ‘sınırlı ve yerel’ bir işgalle Güney Lübnan’ı işgal etme niyetini açıkça ortaya koyduğu bir dönemde savaşa müdahil olmak ve İsrail’i daha fazla yıkıcı adım atmaktan caydırmaya çalışmak zorundaydı. Aksi takdirde, Lübnan Hizbullahı varoluşsal bir sorunla karşı karşıya kalabilirdi (İsrail’in vereceği yanıta bağlı olarak Hizbullah bu senaryoyla hâlâ karşı karşıya kalabilir). Bu aynı zamanda Tahran’ın müttefik ağındaki güvenilirliğini de azaltacak ve İran için son derece tatsız ve telafi edilemeyecek bir gerçeklik yaratacaktı.
İsrail hâlihazırda Güney Lübnan’daki sivilleri yaptığı saldırılarla yerinden etmeye devam ediyor. Lübnan’ın başkenti Beyrut ve ülkenin diğer bölgelerinin yanı sıra Suriye’nin bazı bölgelerine sığınan yaklaşık bir milyon kişi, şiddetli saldırılar nedeniyle yerlerinden edildi. Ayrıca Tel Aviv, bir yandan Hizbullah’ın silah kapasitesinden geriye kalanları imha ederek kendi kara harekâtının en azından Litani Nehri’ne ulaşmasının önünü açmaya çalışıyor. İsrail, İran’ın son saldırısına kadar kendisini oldukça güçlü sayıyordu. Tel Aviv uluslararası alanda izole edilmesine rağmen Lübnan’a tam teşekküllü bir savaş açma meşruiyetine sahip olduğunu düşünüyordu ki İsrail’in giderek artan izolasyonu, Netanyahu’nun son BM konuşmasında, konuşmasını yapmak üzere kürsüye geldiğinde birçok ülkenin temsilcisinin salonu terk etmesiyle net bir şekilde görüldü.
Tel Aviv, İsrail’in kuzeyindeki mevcut durumu varoluşsal görüyor. İsraillilerin bu bölgelere geri dönmesi Tel Aviv için olmazsa olmaz. Yerleşimcilerin boşalttığı bir Kuzey İsrail senaryosu, Hizbullah ve İran’a toprak kaybetmekle eşdeğer. Bu vaziyet, bölge ülkelerinin İsrail’le yüzleşme konusundaki isteksizliği ve uluslararası toplumun Tel Aviv’e caydırıcı yaptırımlar uygulayamamasıyla birleştiğinde, İsrail’i düzenlediği saldırılarda giderek daha acımasız bir hâle getirdi.
Kısacası bölge tarihi günlerden geçiyor. 7 Ekim’den bu yana Gazze, Lübnan, Yemen, Irak, ve kısmen Suriye alev almış vaziyette. Bölge gerçekten de ‘yeni bir düzenin’ şafağında olabilir. Bu düzenin İsrail’in arzuladığı şekilde olup olmayacağını ise zaman gösterecek.