Filistin Müzesi Dijital Arşivi

Ocak 1993’te çekilen bu fotoğraf, İsrail İşgalci Yetkililerin 17 Aralık 1992’de Güney Lübnan’ın Marj az-Zuhur kasabasına sınır dışı ettiği 416 Filistinlinin günlük yaşamından bir sahneyi gösteriyor.

 

(Bu metin İngilizce orijinalinden Al Sharq Stratejik Araştırma stajyeri Mehmet Sadin Kara tarafından tercüme edilmiştir.)

İsrail in 7 Ekim 2023 sonrası planları neler? Gazze’de devam eden soykırım ne zaman ve nasıl bitecek? Bunlar, İsrail’in kitlesel vahşet suçlarına başvurduğundan beri önemli olan sorular. Son krizin ilk günlerinden beri İsrail’in en kritik iddialarından biri, Hamas’ın tamamen yenilgiye uğratılması, yani Gazze’den çıkarılmasıydı. Ancak bunun nasıl mümkün olabileceği akıllara gelebilir, zira Hamas 15 yıldan uzun bir süredir Gazze’yi kontrol etmekte ve kendisini günümüz Filistin siyasetinin kilit oyuncusu olarak kabul ettirmiş durumda. Bu durum güncel olayları takip eden bazı kişiler için sürpriz olabilir. Buna karşılık tarihsel analiz yapıldığında, Filistinli hareketleri komşu ülkelere kaçmaya zorlamanın İsrail’in kuruluşundan bu yana izlediği bir politika olduğu ortaya çıkmaktadır. Daha önce bunu yapan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) idi. Şimdi ise İsrail, uluslararası toplumu Hamas’ın Gazze’den çıkarılmasının kalıcı barış için tek yol olduğuna ikna etmeye çalışmaktadır. Oysa İsrail daha önce Hamas’ı Filistin’den sürmeyi denemiş ve Hamas bu tecrübeden ders çıkarmıştı. Büyük resmi kavrayabilmek için hafızalarımızı tazelememiz gerekiyor.

Sürgündeki Filistin Siyaseti

Son 75 yıldır İsrail, acımasız işgaline direnen Filistinlileri yenmek için neredeyse her türlü politikayı denedi. Yukarıda da belirtildiği üzere, sürgünde yaşamak Filistinli direniş güçlerinin alışık olduğu bir durumdur. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) kaderi de buydu. İlk başlarda İsrail’e saldırılar düzenlemek için Ürdün’e sığınmak zorunda kaldılar. Ancak Kral Hüseyin ile Yaser Arafat arasındaki balayı 1970 yılında Ürdün’de yaşanan ve Kara Eylül olarak bilinen iç savaşla sona erdi. FKÖ’nün ikinci hedefi, 15 yıl sürecek başka bir iç savaşın patlak vermek üzere olduğu Lübnan’dı. İsrail de FKÖ’nün Lübnan’a yerleşmesini istemiyordu. Bu nedenle 1982’de Beyrut’u işgal etti ve örgütü 1990’ların başına kadar FKÖ’nün yeni sığınağı olan Tunus’ta üçüncü bir sürgüne zorladı. 1993’te kamuoyuna açıklanan Oslo Anlaşmaları, hareketin Filistin topraklarına dönmesine izin verdi. Sanki İsrail FKÖ için siyasi arenayı temizlemeye çalışıyormuş gibi, bu kez de İslami hareket yani hem hem Hamas hem de İslami Cihad sürgünle karşı karşıya kaldı.

Hamas’ın Bölgeselleşmesi

Aralık 1992’de İsrail, Gazze ve Batı Şeria’da Hamas ve İslami Cihad’la bağlantılı 415 kişiyi yakalayarak Filistin’den Güney Lübnan’a sürdü. Bu kişiler tam olarak Merc el-Zuhur kasabasında bulunuyordu. Bu dönemde sürgün edilen gruplar; geçmişteki hataları düşünmeye, farklı görüşlerle barış içinde yaşamaya ve mülteci kamplarının mevcut koşullarını gelecekte oluşabilecek İslamcı bir hükümetin prototipi olarak değerlendirmeye çalıştılar. Bununla birlikte Hamas, yabancı ülkelerin, özellikle de Filistin direniş hareketinin 1970’lere kadar uzanan bir tabana sahip olduğu Filistin’e komşu olan ülkelerin, önemini kısa sürede fark etti.

Hamas, Lübnan’da ülkenin önde gelen örgütlerinden Hizbullah ve Hizbullah aracılığıyla Lübnan’da büyük emelleri olan İran’la iletişim kanalları kuracaktı. 1992 yılında hâlâ iç savaşın yaralarını sarmaya çalışan bir ülke olan Lübnan, Hamas’ın seçme şansı olması halinde ikamet etmek için istenmeyen bir yerdi. Yeni bir yer keşfetme şansı ortaya çıkınca Filistin’de önemli ve kilit bir role sahip bir başka ülke olan Ürdün öne çıktı. Hamas liderliği 1990’lar boyunca bu ülkeyi faaliyetlerinin odak noktası olarak gördü. Yirmi yıl önce FKÖ bunun tam tersi bir durumla karşılaşmıştı. Bu sefer Ürdün, FKÖ’nün başlıca rakibi olan Hamas’ın topraklarına girmesine izin verdi.

Ancak 1990’larda Ürdün’ün de Hamas için misafirperver olmayan, dahası tehlikeli bir ortam olduğu ortaya çıktı. On yıl boyunca Hamas, özellikle 1994 yılında İsrailli bir yerleşimci olan Baruch Goldstein’ın İbrahim Camii’nde toplu katliamda öldürülmesine bir yanıt olarak İsrail sınırları içindeki şiddet eylemlerini arttırdı. Söz konusu saldırı 29 kişinin hayatını kaybetmesine ve 125 kişinin yaralanmasına neden oldu. Hamas’a karşılık olarak İsrail, söz konusu saldırıların arkasındaki beyin olarak bilinen ünlü mühendis Yahya Ayyaş’ı hedef alarak öldürdü. Hamas ise saldırılarının sıklığını arttırarak karşılık verdi.

Filistin iç siyasetinde durum böyleyken, bölgesel ölçekte Ürdün ile İsrail arasında bir barış müzakeresi yürütülüyordu. Hamas’a sığınak sağlayan Ürdün; İsrail’e başkent Amman’da büyükelçilik açmasına izin vererek karşılıklı fayda sağlayan bir anlaşmanın müzakerelerini yürütüyordu. Bu aynı zamanda Mossad’ın Ürdün’de gizlice faaliyet gösterebileceği anlamına geliyordu. Kırılma noktası, İsrailli ajanların 1997 yılında Ürdün’ün başkenti Amman’da Hamas’ın siyasi büro lideri Halid Meşal’e suikast girişiminde bulunmasıyla yaşandı. Meşal’in geçici bilinç kaybı, Ürdün ve İsrail arasındaki barış sürecini kritik bir dönemece itti. Ürdün’ün ikna çabalarının etkisiyle Meşal, İsrail tarafından sağlanan bir panzehirle sağlığına kavuştu. Eş zamanlı olarak İsrail, Ürdün ile barış anlaşmasını tehlikeye atmamak için Hamas’ın kurucusu Şeyh Ahmed Yasin’in serbest bırakılmasına razı oldu. Tüm bu gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda hem Hamas hem de Ürdün, birlikteliklerinin karşılıklı olarak kendilerine zarar verdiğini gördü. Dolayısıyla Hamas yeni bir güvenli liman arayışına girişti.

Ürdün’ün ardından Hamas, 1999 yılında Suriye’nin başkenti Şam’a geçti. Hamas dışarıda sığınak ararken geleneksel Filistin bölgelerine coğrafi yakınlığını sürekli olarak korudu. Suriye hem Hafız Esed hem de daha sonra Beşşar Esed hükümetleriyle güçlü bağlarını sürdürdüğü için Hamas açısından önemli bir stratejik değere sahipti. Bu ilişkiler Hamas için özellikle Arap kamuoyu ve diğer uluslararası kuruluşlarla bağlantı kurmak açısından çok önemliydi. Bu on yıl, 2000 yılında başlayan ve takip eden beş yıl boyunca süren İkinci İntifada ile çakıştığı için, Hamas açısından hayati bir öneme sahipti. 2000’li yıllar boyunca Suriye ile diplomatik bir ittifak kurmak, doğal olarak İran ile de sağlam bir bağ geliştirmeyi içerecekti. 2007 yılında Gazze Şeridi’ne uygulanan ablukanın ardından Hamas, uluslararası destek arayışına girdi ve ardından güçlü bir diplomatik ittifak ağı kurdu. Temel amaç Arapça konuşan ülkelerle güçlü ilişkiler geliştirmekti. Ancak Hamas, büyük küresel güçlerden yardım almanın gerekliliğini kısa sürede fark etti ve Rusya ile de aktif olarak daha sıkı bağlar kurmaya çalıştı.

Arap Baharı kuşkusuz tüm bölgenin sosyal ve siyasi dinamiklerini yeniden şekillendirdi ve Hamas kaçınılmaz olarak bu etkiyi muhtemelen diğer oluşumlardan daha şiddetli bir şekilde hissetti. Suriye’de isyanın başlamasının ardından Hamas’ın devrimle aynı safta yer alma tercihi, Suriye ve İran’la bağlarını koparmasıyla sonuçlandı. Hamas, Türkiye ve Katar’ın hareket için en uygun seçenekler olduğu yeni destinasyonlar aramaya başladı.

Filistin Direnişinde Sürgün Dersleri

Hamas 2007’den sonra Gazze’de kontrolü elinde tutarken, sürgündeki liderlik Hamas’a, farklı devletlerle diplomatik ilişkiler geliştirmenin yanı sıra kadroları komşu ülkelerde bulunan farklı direniş güçleriyle stratejik iletişim kurma konusunda da çok şey öğretti. Burada altı çizilmesi gereken önemli bir nokta var: İsrail’in sürgün politikasını tecrübe eden sadece Hamas değil, Gazze’de askeri olarak aktif olan İslami Cihad ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) gibi diğer Filistinli gruplar da Suriye ve İran ile ilişkilerini sürdürdü.

Hamas, 1990’larda Güney Lübnan’daki mülteci kamplarından Ürdün, Suriye, Türkiye ve Katar’a kadar iki önemli ders aldı. Birincisi, hareketin lider kadrosu tarihi Filistin topraklarına, özellikle de hareketi destekleyen hükümetlerin olduğu ülkelere mümkün olduğunca yakın olmalıydı. İkinci olarak Hamas, Oslo Anlaşmalarının başarısızlık tarihini ve FKÖ’nün buradaki rolünü inceledi. Bu, örgütü, El Fetih gibi tekel kurmak yerine İsrail’e karşı birleşik bir cephe oluşturarak farklı ideolojik geçmişlere sahip Filistinli direniş hareketlerinin desteğini almaya yönlendirdi. Gazze’deki kara, deniz ve hava ablukasını kırmak için baltaları gömme zamanıydı.

Bugün, 7 Ekim 2023’ten bu yana sekiz aydan fazla bir süre geçti ve Gazze’deki farklı örgütler arasındaki bu operasyon birliğini görebiliyoruz. Bahse konu yapıların her biri “El Aksa Tufanı” başlığını kullanmaktan da çekinmiyor. İsrail’in Gazze’de yaşananları Hamas’a karşı bir savaş olarak lanse etme çabalarına rağmen, Filistin direnişi artık o kadar iç içe geçmiş durumda ki gruplar arasında ayrım yapmak mümkün değil. Bu, İsrail’in özellikle Batılı müttefiklerinin desteğini kazanmak için “İslamcı Radikalizm” kartını oynama girişimi olarak yorumlanabilir. Ancak aslında olan şey ise İsrail’in Filistin direnişinden geriye kalanları yok etmeyi amaçladığı topyekûn bir savaştır.