(Bu metin İngilizce orijinal versiyonundan tercüme edilmiştir.)
Gelecekte Gazze savaşı ve soykırımını inceleyecek tarihçilerin karşı karşıya kalacağı temel paradokslardan biri, İsrail’in nihayetinde bir ateşkes anlaşmasını kabul etmesidir. Tel Aviv, neden iki yıllık soykırım boyunca savunduğu askeri ve siyasi hedeflerle temelden çelişiyor gibi görünen şartları 9 Ekim’de kabul etti?
Bu cevaba ulaşmak için İsrail’in gerçek savaş hedeflerini eleştirel biçimde incelememiz gerekiyor. Pek çok İsrailli askeri analist ve siyasetçi Başbakan Binyamin Netanyahu’ya sıklıkla karşı çıkarak onun Gazze’de “Ertesi Gün (savaş sonrası)” için tutarlı bir stratejiden yoksun olduğunu savundular. Netanyahu aslında tek ve açık bir hedef izledi: Gazze’de etnik temizlik.
Bu amaç, İsrail sağındaki aşırı uç unsurlar arasında başlangıçta temkinli bir öneri olarak ortaya çıkmışken, hızla birleşen bir savaş çığlığına dönüştü. Bu yalnızca İsrail’in iktidardaki seçkinlerini harekete geçirmekle kalmadı aynı zamanda İsrail halkının büyük kesimi tarafından benimsensen ortak bir görüş haline geldi.
Pennsylvania Eyalet Üniversitesi tarafından yapılan ve Tamir Sorek tarafından İsrail’in Jeokartografi Bilgi Grubu aracılığıyla yürütülen bir Mart ayı anketi, İsrailli katılımcıların yüzde 82’sinin Gazzelilerin tehcir edilmesini desteklediğini, yüzde 56’sının ise İsrail vatandaşı Filistinlilerin sınır dışı edilmesini tercih ettiğini gösteriyor ki bu rakam 2003 verilerine göre endişe verici bir artışa işaret ediyor. 2003’te Gazzelilerin tehcir edilmesini destekleyenler yüzde 45, İsrail vatandaşı Filistinlilerin ülke dışına atılmasını savunanlar ise yüzde 31’e tekabül ediyordu.
Netanyahu, bu soykırımsal amacı “gönüllü göç “olarak meşrulaştırmaya çalıştı. Sanki kitlesel imhaya maruz kalan bir nüfus, direniş başarısız olursa kendi kaderi üzerinde hala bir yetkiye sahipmiş gibi. Başbakan, bu ifadenin ne denli alaycı olduğunu hemen ortaya koydu ve şöyle söyledi: “Sorunumuz, (Gazzelileri) almaya istekli ülke eksikliği ve bunun üzerinde çalışıyoruz”.
İsrail’in etnik temizlik projesi aylar içinde ülke içi bir takıntı olmaktan çıkarak Amerikan yetkilileri arasında tartışılan bir konu haline dönüştü.
ABD Başkanı Donald Trump bu fikri tamamen desteklemeden çok önce, sızdırılan raporlar, geçmiş ABD Eski Dışişleri Bakanı Anthony Blinken’in konuyu Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah el-Sisi ile görüşmelerinde gündeme getirdiğini gösteriyordu. The Wall Street Journal ve Reuters’in ayrıntılı raporlarına göre Sisi, teklifi kesin bir şekilde reddetti. Böylesi bir cevabın büyük olasılıkla Filistin halkını ve onun haklı özgürlük mücadelesini koruma konusunda gerçek bir bağlılıktan ziyade, Mısır’ın iç istikrarına ilişkin endişelerden kaynaklandığı belirtiliyor.
İsrail’in stratejisi, yalnızca yeni bir Nekbe-Filistinlilerin 1948’de anayurtlarından ayrılmaya zorlanması-kavramını normalleştirmekle kalmayıp, aynı zamanda geniş çapta takip edilen Orta Doğu medyasındaki bazı Arap yorumcuların İsrail anlatısını benimsemesi noktasında ikna etmekte de başarılı olmuş gibi görünüyordu. Bu sesler, İsrail’in savaş ve Gazze’deki kritik “ertesi gün” için vizyon ve strateji eksikliğine yönelik eleştirileri yansıtıyordu.
Sonraki olaylarda da kanıtlandığı gibi, elbette temelde yanılıyorlardı. Kusurlu analizleri, yerli halkın iradesini elinden alan ve ulusların kaderinin yalnızca üstün silahlara sahip tarafça belirlendiği varsayımına dayanan eski bir oryantalist klişeye dayanıyordu. Ancak Gazze, kökten farklı bir dinamikle işliyordu: yenilgi bir seçenek değil; bedeli ne olursa olsun direniş devam edecek ve yeni bir Nekbe’ye izin verilmeyecekti.
Netanyahu’nun bir stratejisi vardı fakat basitçe söylenecek olursa başarısız oldu. Sumud (kararlılık) kavramını pasif bir tahammülün çok ötesine taşıyan inatçı bir ulus tarafından tamamen yenilgiye uğratıldı. Sumud aniden İsrail’in gücünü ve devasa ABD-Batı cephaneligini etkisiz hale getiren aktif ve operasyonel bir stratejiye dönüştü. Geleceğin tarihçileri bir halkın sarsılmaz iradesi, onuru ve kolektif gücüyle karşı karşıya gelindiğinde ateş gücünün sınırlarını anlamak için durup derinlemesine düşünmek zorunda kalacaklar.
İsrail açısından bakıldığında, kendilerine yönelik daha meşru eleştiriler, özellikle de Netanyahu’nun uygulanabilir bir askeri strateji geliştirememesi, daha derinlemesine bir değerlendirme gerektiriyor. İsrail lideri, en başından beri nihai hedefini açıkça ortaya koymuştu. Netanyahu “(Gazze’yi) asla ne Filistin Yönetimi’ne ne de Hamas’a teslim etmeyeceğiz. Güvenliği sağlayacağız,” diye tekrar tekrar belirtmişti. Bu hedef, 1967 ile 2005’teki kuşatmayı başlatan yeniden konuşlandırma dönemi arasındaki dönemi yansıtan, İsrail işgaline geri dönüş için açık bir talepti.
300.000’den fazla İsrail askerinden oluşan devasa bir askeri güç-daimî ordu, yedek askerler, özel birlikler ve Batı’nın kolektif teknolojik desteğine rağmen-Gazzelileri yenmeyi başaramadı. Direniş, her operasyona akıcı bir şekilde uyum sağladı; ağırlık merkezlerini sürekli olarak Han Yunus’tan Refah’a, ardından kuzeydeki Şucaiyye, Zeytun ve Cebaliye’nin harabelerine kaydırarak tüm Şerit boyunca inatçı ve yakalanması zor bir varlık sergiledi.
İsrail’in savaş anlatısı hızla bir suçlama döngüsüne dönüştü: siyasiler, direnişi bastıramadığı için orduyu kınarken; ordu ise hükümeti uygulanabilir bir siyasi vizyondan yoksun olmakla suçluyordu. Her iki kurum da hem siyasi hem de askerî açıdan felç olmuştu çünkü Gazze’nin herhangi bir bölgesi üzerinde kalıcı bir kontrol kurma kapasitesinden temelde yoksundular ve büyük ölçüde sınır bölgelerine yakın tahkim edilmiş alanlara hapsolmuşlardı.
Netanyahu ve yandaşları söylemlerini yoğunlaştırıp Gazze’yi yok etme yemini ederken ve hatta hayatta kalan Filistinlileri kabul edecek Küresel Güney ülkelerini aktif olarak ararken, ordu sahadaki duruma “Demir Kılıçlar“, “Gideon’un Arabaları“, “Gideon’un Arabaları 2” gibi yeni ve kibirli isimler altında operasyon üstüne operasyon başlatarak karşılık verdi.
Dürüst İsrailli gözlemciler yapılan her operasyonun inanılmaz bir başarısızlık olduğunu defalarca ilan etmelerine rağmen, Netanyahu çılgınlığı daha da körükledi. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin tutuklama emrinden, ülkesinin giderek artan uluslararası izolasyonundan ve ekonomisinin çöküşünden habersizdi. Onun için Gazze’yi yenmek varoluşsal bir zorunluluktu ve açıkça dile getirdiği bir hedefti: Mart 2024’te “Varoluşsal bir savaştayız, İsrail kazanmak zorunda,” demişti.
Elbette Netanyahu tek bașına hareket etmedi. Batılı ülkelerin çoğunun – en azından çok yakın zamana kadar – sarsılmaz ve koşulsuz desteği, İsrail’e hayati bir güvence sağladı; bu destek, İsrail’in zedelenen uluslararası itibarının zamanla onarılabileceği ve ekonomisinin kurtarılabileceği yönünde bir güven oluşturdu. Daha da önemlisi, bazıları direnişe, özellikle Hamas’a, karşı medya savaşına aktif olarak katılan ve Yemen’in Husi hareketi tarafından uygulanan Kızıldeniz ablukasının etkilerini hafifletmek için İsrail’e alternatif ticaret yolları sağlamaya dahi yardımcı olan Arap rejimlerinden de ek destek geldi.
Ancak tüm bu desteklerin hiçbiri işe yaramadı. Sürekli Amerikan müdahalesine ve İsrail’in çıkarlarına göre defalarca şekillendirilen ateşkes önerilerine rağmen, direniş sarsılmaz bir şekilde kararlı kaldı. İsrail, ABD ve müttefiklerinin derin öfkesine rağmen, bir santim bile geri adım atmayı reddederek temel talepler üzerinde ısrar etti. İsrail gerçek hedeflerine ulaşamayarak veya onları tanımlayamadan bocalarken, Filistinliler onlarca yılın ardından ilk kez kırılmaz bir cephe oluşturdu. Bu, Oslo Anlaşmaları’nı, Filistin Yönetimi’nin kuruluşunu ve Filistin ulusal projesinin geçici çöküşünü karakterize eden uzlaşma ve teslimiyet döneminden tam bir tarihsel kopuşu temsil ediyordu.
Soykırımın üzerinden iki yıl geçmesine rağmen, Gazze’ye uygulanan acımasız intikam dışında, İsrail’in tek bir temel askeri veya siyasi hedefi gerçekleştirilemedi. Bu intikam kampanyasında 237.000’den fazla Filistinli öldürüldü veya yaralandı. Soykırımın tüm dehşeti ortaya çıktıkça, gerçek kaybın muhtemelen artacağı düşünülüyor. Bu büyük katliamın ve Gazze’nin neredeyse tamamen yok edilmesinin ötesinde, herhangi bir kesimin ideolojisini aşan, meydan okuma kültürüne derinden kök salmış direniş her zamanki kadar güçlüydü.
Trump yönetiminin Gazze önerisi, Netanyahu’ya bir dayatma olarak yanlış yorumlanmamalı. Öneri kazanılması imkânsız bir savaşı sona erdirmeyi amaçlayan bir Amerikan “merhamet mermisi”ydi. Temel amacı, İsrail’i kendisinden korumak ve Filistinlileri yenmenin ileride yeni yollarla mümkün olabileceğine dair umudu muhafaza etmekti. Hamas’ın 20 maddelik öneriye yanıtı ölçülüydü. Öneriyi memnuniyetle karşıladılar; ancak direniş yapısı olarak yetki alanlarına giren birkaç maddeyle sınırlı kaldılar. En önemlisi, kalan maddelerin tüm Filistin ulusuna ait olduğunu ve ulusal bir mutabakat gerektiğini vurguladılar. Bunu yaparken, Filistin’in kronik ve tarihsel liderlik eksikliğiyle keskin bir tezat oluşturarak kendilerini rasyonel ve kararlı siyasi aktörler olarak yeniden konumlandırdılar.
Anlaşmanın ilk aşaması şu anda uygulanıyor. İsrail şimdiden manevralar yapıyor: süreci yavaşlatmaya, engeller çıkarmaya, öfkeli tavırlar sergilemeye ve kontrolün kendisinde olduğu izlenimini vermeye çalışıyor. Ancak stratejik sonuçlar zaten kesinleşmiş durumda. İkinci ve son aşama tartışıldığında, İsrail ve müttefikleri şüphesiz eski taktiklerine devam edecek; özellikle Irak Savaşı döneminden beri savaş suçlusu olarak görülen ve toplumda nefretle anılan Tony Blair gibi isimlerin Gazze’yi yönetme pozisyonuna hazırlandığı bildiriliyor. Peki, soykırım niteliğindeki bir savaş bile Gazze Şeridi’nde zaten kaybedilmiş bir savaşı değiştirmekte bu denli başarısız olduysa, böyle bir plan nasıl başarıya ulaşabilir?
Savaş boyunca, soykırımın her karanlık yönü çoğu zaman takıntılı bir biçimde tartışıldı. Ölü sayısı, yaralılar ve yıkımın boyutu gibi istatistikler sürekli olarak dile getirildi. Ancak savaşın psikolojisine ve İsrail’in tarihinde ilk kez Filistinlileri yenememesinin, askeri üstünlüğünü siyasi sonuçları belirlemek için kullanamamasının derin anlamına yeterince odaklanılmadı.
25 Ekim 2023’te, Knesset’in eski Başkan Yardımcısı Moshe Feiglin, savaşın psikolojik dönüşümünü kaba ama bir o kadar da anlamlı bir biçimde özetledi: “Müslümanlar artık bizden korkmuyor.” Müslümanlar arasındaki korku unsurunun tamamen ortadan kalkıp kalkmadığı, gelecekteki tartışmaların konusu olacaktır. Ancak inkâr edilemez gerçek şu ki, Gazze’deki Filistinliler artık bir asırdır süregelen tarihsel bir kompleksten kurtulmuş durumdalar. Tarifsiz bir acı içindeler ama görünüşte imkânsız olanı başardılar: sumudları, 100.000 tondan fazla İsrail patlayıcısına karşı zafer kazandı. Bu başarının psikolojik etkisi, bir yandan Filistinliler ile İsrail arasındaki ilişkiyi, diğer yandan da artık dışlanmış olan İsrail devleti ile dünya arasındaki ilişkiyi nesiller boyunca kalıcı biçimde değiştirecektir.
Özgürlüğün pazarlık konusu edilebilecek bir varlık olmadığı, ölçülebilecek bir değer ya da dokunulabilecek bir meta olmadığı söylenmelidir. Özgürlük, şiddetle hissedilmesi, yaşanması ve amansızca ele geçirilmesi gereken ilkel bir varoluş halidir. Gazze’deki Filistinliler şimdi bu farkındalığın zirvesindeler. Yalnız bırakılmış, tek başlarına savaşmış, bombardımana tek başlarına direnmiş ve kendi soykırımlarına tek başlarına tanıklık etmiş olsalar da, eşi benzeri görülmemiş bir ahlaki ve varoluşsal zafer kazandılar. Bu yeni doğan kolektif güç, İsrail’in yol açtığı maddi yıkımın çok ötesinde, ölçülemez bir ağırlığa sahiptir; çünkü psikolojik ve stratejik etkisi kalıcı ve sonsuzdur.
Ramzy Baroud