Özet: 1960’larda Mısırlı Cemal Abdül Nasır ve Suudi Arabistan Kralı Faysal arasındaki Arap Soğuk Savaşı’nın zirvesinde ortaya çıkan taraflar arasındaki düşmanlık düzeyinin frenlenmesi yıllar almıştı. Bugün, yakın gelecekte çözülme ihtimali olmayan yeni bir Arap Soğuk Savaşı Arap Yarımadası’nı kırıp geçiriyor. Taraflardan birinin başını Kahire ve Manama’nın desteğine sahip olan Riyad ve Abu Dabi çekiyor. İsrail, şaşırtıcı bir biçimde bu taraftan yana pozisyon alıyor. Bu ittifakın hedefi ise Türkiye ve İran gibi Arap olmayan bölgesel güçlerin desteğini almayı garantilemiş olan Doha’dır. Araplar arasında bu tür bir çekişme ve düşmanlık tamamen yeni bir şey değil, ancak hali hazırdaki Suudi-Katar çatışmasına özgü bir öngörülemezlik ve tehlike söz konusudur. Türkiye, İran ve İsrail olmak üzere bölgesel üç gücün bu çatışmaya dâhil olmasının bir bütün olarak bölge üzerinde uzun vadeli bir etkisi olabilir.

Suudi-Katar anlaşmazlığının bu yeni dönemi Körfez’i ciddi anlamda parçalamaktadır. Hatta bu parçalanmanın onarılmayacak düzeyde olduğu da iddia edilebilir. Çatışmanın Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi’nde (KİK) devletlerarası ilişkinin daimî bir özelliği olma tehdidi de bulunuyor. Mevcut düşmanlığın düzeyi; barışma, kardeşlik ve ortak çıkarlar retoriğine yer vermenin çok uzağında ve yerini karalamaya bırakmış durumda. Körfez İşbirliği Konseyi’nin geleceği tehlikededir. Siyasal ve ekonomik anlamda birleştirici rol oynayabilecek alternatif bir bölgesel forumun bulunmadığı böyle bir zamanda, bunun sonuçları kesinlikle tehlikeli olma potansiyeli taşıyor. Arap Birliği’nin Rabat’tan Bağdat’a kadar tamamen gereksiz ve geçersiz olması ile beraber, Arap dünyası etkiye açık hale geldi ve zayıfladı. Suudi Arabistan öncü bir rol üstlenmeye istekli ise bile artık bu ihtimal dışı, çünkü Suudi Arabistan’ın bölgesel dış politikası saldırgan, müdahaleci ve muhalif hale geldi. Suudi Arabistan’ın İsrail ile ortak çıkarlara sahip görünmesi, resmi daha da karmaşık hale getiriyor ve Suudi Arabistan’ın verdiği hasarın geri teperek kendisine zarar verebilmesi ihtimal dahilinde gözüküyor.

Eski Çatışma Ekseni: İslam’a Karşı Milliyetçilik

Geçmişte Kahire, Beyrut, Amman ve Bağdat; kendilerini anti-emperyalist, anti-kapitalist ve İsrail karşıtı olarak tanımladıkları bir Arap milliyetçi kampı ile kendilerini İslamcı, Batının müttefiki ve istikrar için bir güç olarak tanımlayan bir başka kamp arasındaki şiddetli bir medya savaşının içindeydi.  1960’lar retoriğinin ötesinde, Mısır’ın Arap dünyasını şemsiyesi altında tutmak, yönlendirmek ve tanımlamak istediği daha geniş bir muharebe vardı. Diğer taraftan Suudi Arabistan ve diğer rejimlerden oluşan bir birlik, kendilerini Mısır’ın Arap milliyetçisi söylemi ve Nasır’ın karizması nedeniyle tehdit altında hissediyordu. Suudi Arabistan bir karşı söylem oluşturmak ve 1960’ların Arap jeopolitik haritasında kendisini göstermek için mücadele veriyordu. Düşman olarak tanımlanmış olan İsrail, ABD hegemonyası altında bölgenin polisliğini yapan İran ve Arap-İsrail çatışmasının dışında kalan Türkiye nedeniyle, Arap Soğuk Savaşı- ABD’nin, Sovyetler Birliği’nin ve diğer bölgesel güçlerin müdahalesine rağmen- kısmen Arap aktörler arasında kaldı.[1]

Mısır, köklü devlet olma tecrübesi ve bölgesel hırslarıyla, Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde tesis edilen ve yeni gelişmekte olan Suudi Arabistan’dan önemli ölçüde farklılaşmıştı. Mısır, 1950’lerden bu yana Arap milliyetçiliği söylemlerini yayarken, Suudi Arabistan iki kutsal camiye sahip olduğu vurgusuyla kendi İslami referanslarını ön plana çıkararak bu propagandaya karşılık verdi. Bundan sonrası tarihin konusudur. Ancak Arap Soğuk Savaşı’nın bu ilk döneminden çıkarılacak iki önemli ders vardır: İlki, Suudi Arabistan’ın kendisine rakip herhangi bir Arap gücünü bertaraf etmeye kararlı olması ve diğer Arap ülkelerini sadece bağlılık ve hizmet karşılığı Suudi petro-dolarlarına ihtiyaç duyan itaatkâr müşteriler olarak kabul etmesidir. Suudi yönetimi için ideal Arap, Suudi Arabistan’ın varlık ve bolluğu ile geçinen, bağımsızlık arayışında olmayıp, egemenliği ile uzlaşmaya istekli olandır. Suudi Arabistan için kabul edilebilir tek Arap, sessiz Arap’tır.

İlk Arap Soğuk Savaşı’ndan çıkarılacak ikinci ders ise, Suudi Arabistan’ın bölgesel dış politikasında İslam’ı bir silah olarak kullanmada ne kadar ileri gittiğidir. Arap milliyetçiliğini Müslüman ümmetine karşı Siyonist bir komplo olarak tasvir eden Suudi Arabistan, Arap milliyetçiliğine karşı Selefi din âlimleri ordusunu salmıştır.[2] Dinin bu şekilde araçsallaştırılması, milliyetçilik ve İslam arasında derin bir uçuruma ve bu iki gücün birbirine karşı konumlanmasına neden olmuştur. Suudi Arabistan, basit bir biçimde, bu mücadelenin Arap milliyetçiliğini mağlup etmesinden ziyade, her iki tarafı da zayıflatmasını ummuştur. Suudi Arabistan, Müslümanlar tarafından düşlenen ideal İslami yönetimden çok uzak bir mutlak monarşi olarak tasarladığı kendi geleceğini de tehlikeye atacağı için, İslam’ın galip gelmesini de aynı ölçüde istememiştir. O, Arap Soğuk Savaşı’nın ilk raundunun sonunda bitap düşmüş bir İslam ve özgürleşme yahut herhangi bir nahdaya (rönesans) mecali kalmamış, tükenmiş Müslümanlar istemiştir. Suudi Arabistan, tüketebildiği ölçüde İslam’la oynamıştır, sonu gelmeyen bir mücadele sonunda milliyetçilerin ve İslamcıların birbirlerini yok edeceğini ummuştur.

Katar: Yaramaz Çocuk

Katar 1990’da alternatif siyasi söylemlerin muhalif bir merkezi olarak sahneye çıkmıştır. Körfez’in “Büyük Abisi”nin gölgesi altında birkaç yıl geçirdikten sonra ayağa kalkan Katar, onu sürekli yerinde tutmaya çalışan Suudi Arabistan’a karşı kendini savunabilmiştir. Küçüklüğü, muazzam serveti ve hırslı yöneticileriyle Körfez’in geride kalmış arka bahçesi imajını çabucak silebilmiştir.

Halihazırda Suud’un yönlendirdiği Katar krizini anlamak için, Suudi Arabistan’ın İslamcılığı bozguna uğratmaya ve onun devrimci düşünme ve harekete geçmeye esin verme potansiyelinden yoksun bırakmaya yönelik uzun vadeli hedefini kavramalıyız. Suudi Arabistan 1960’larda bir dış politika aracı olarak İslam ile oynamaktayken, bunun nasıl bir “iki ucu keskin bıçağa” dönüşme ihtimalinin bulunduğunu tam olarak anlayamamış olmalıydı. Diğer dinler gibi İslam da özellikle mutlak bir monarşi bağlamında, isyanları engelleyen ve boyun eğmeyi sürdürmeyi sağlayan muhafazakâr bir güç olabilir. Ancak farklı bir bağlamda, insanlara baskıya karşı durma ilhamı veren devrimci bir güç olma potansiyeli de vardır. Seküler ideolojiler, seferber olma veya sivil toplum konularında uzunca bir deneyimi olmayan bir ülke ve bir toplum olarak, Suudi Arabistan’ı korkutan da budur. Suudilerin sahip olduğu şey İslam’dı ve Suudi yönetimini en çok korkutansa bu dinin bir ayaklanmaya esin olabilme potansiyelidir.

Medya imparatorluğunu kapatmayı ya da Suudi komşusunun kaprislerine boyun eğen bir uşak olmayı reddeden Katar nedeniyle Riyad endişeli kalacaktır. Katar, El Karadavi gibi tanınmış dini âlimlere ev sahipliği yapan düzenli haftalık programları yayınladığı andan itibaren İslam’ı kendine mal edebilmiş ve böylece Suudilerin dinsel bilgi ve söylem üretimi üzerindeki tekeline son verebilmiştir. Suudi Arabistan, Mısırlı El-Ezher’in peş peşe gelen baskıcı Mısır rejimlerinde itibarını kaybetmesiyle İslam’ın kendi siyasetine uygun yorumlarını dikte etmeye başlayabileceğine inanmıştır. Ancak Katar’ın yükselişi bu düşü bozmuş ve kısa süren Suudi tekeline son vererek dini bilgi üretimi konusunda rekabet ederek Suudi Arabistan’ı kızdırmıştır. Katar, küçüklüğüne rağmen dini basın ve yayın alanında bir pay kapmış, sonuç olarak Suudi Arabistan’ı öfkelendirmiştir.

Suudi Arabistan, Al Jazeera ve diğer yeni kuruluşları da kapsayan Katar medyasının yeni Suudi gençliğini mobilize edebileceğinden de endişe etmektedir.[3] Suudi rejimi, devrimci İslami söylemin yerine eğlence, futbol ve alışveriş merkezlerinde tüketim vaadini ikame ederek bu nesli depolitize etme mücadelesi vermektedir. Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın yeni “Vizyon 2030” ve Ekonomik Dönüşüm programları toplumun yüzde 60’ını oluşturduğu tahmin edilen Suudi gençlerinin tamamen depolitize edilmesi için ciddi bir çaba harcandığının kanıtıdır.[4] Veliaht prens “eğlence siyasi aklı uyutmaya yardımcı olur” sloganına gerçek anlamda inanıyor olmalıdır. Gençlerin kendilerini sadece incir çekirdeğini doldurmayan ve siyasi olmayan konularla meşgul etmelerini istiyorsa, onları eğlendirmesi gerekmektedir. Bu nedenle, eleştirel düşünce ve muhalif konulara panzehir olarak, dozunda eğlence sağlama görevini yerine getirmek üzere özel bir devlet eğlence kurulu oluşturmuştur.

Suudi Yüksek Uleması Konseyi tarafından vaaz edilen İslam’a karşı bir alternatif oluşturduğu müddetçe, Suudi Arabistan Katar konusunda endişe etmeye devam edecektir. Bu nedenledir ki, Suudi–Katar çatışması basitçe Arap Yarımadası’nın kenarında küçük bir emirliğin cüretkâr emirine ilişkin bir çatışma değil aynı zamanda siyasi çekişmenin, seferberlik söyleminin ve Arap dünyasında ciddi bir siyasi değişim olasılığının geleceği hakkındadır. Velhasıl, politikasını değiştirmediği ve Suudi baskısını kabul etmeye direndiği sürece Katar, Suudiler için her zaman bir sorun kaynağı ve bir şüpheli olacaktır.

Suudi Arabistan, Katar popülist bir İslami söylemi desteklemeye ve bu söylemin propagandasını yapmaya devam ettiği müddetçe düşmanlığını sürdürecek ve tüm kaynaklarını bu ülkeyle başa çıkmak için seferber edecektir. Suudi Arabistan sadece Al-Jazeera’yi kapatmayı istememektedir. Aslında Katar’ın kendisini kapatmayı istemektedir. Katar üzerinde nüfuz eden kara ve hava ambargosu, bu küçük emirliğin sonunu getirmeye yönelik ciddi bir çabanın kanıtıdır.

Dahası, Katar’ın medya imparatorluğunu kapatması durumunda Suudi Arabistan ve müttefiklerinin kontrolünde olan tek bir ses ortada kalacaktır. Suudi medya imparatorluğu Arap dünyasında ciddi ve muteber herhangi bir meydan okumayla karşılaşmadan, herhangi bir haberi, olayı ve yeni ittifakları istediği biçimde kurabilir ve sunabilir. Bu durum, Suudi Arabistan ve İsrail arasında kısa süre önce kurulan yakınlık bağlamında önem kazanmaktadır. İsrail Suudilerle dayanışma içinde, Al Jazeera bürolarını kapatma talebini açık bir biçimde desteklemektedir. Bu konudaki raporlar, Suudi uzmanlar ve akademisyenlerin İsrail’e gerçekleştirdiği son ziyaretin ardından daha büyük ve ekonomik iş birliğine işaret etmektedir.[5]

İsrail-Suudi iş birliğini kim araştıracak ve Arapça konuşan dünyada bu konuda kim rapor verecektir?[6] İki ülke arasındaki gizli ittifakları, güvenlik iş birliğini ve ekonomik alışverişi kim teşhir edecektir?  Muhammed bin Selman, görmezden gelinen ama varlığı aşikâr olan İsrail ile başarı kazanıyor olabilir. Salman, güvenlik ve ekonomi konularında İsrail ile iş birliğini el altından sürdürmektedir.[7] Temmuz 2016’da Suudi akademisyen ve iş adamlarından oluşan bir heyet, sağduyulu ilişkiler kurma niyetiyle İsrail’i ziyaret etti. Ziyaretin amacı Suudi Arabistan’ın askeri yeteneklerini güçlendirmek ve İran’la olası bir silahlı çatışmada İsrail’den destek almaktı.[8] Mısır’ın, Kızıl Deniz’de bulunan Sanafir ve Tiran adlı iki adayı Suudi Arabistan’a devretmeyi teklif etmesi ile, Suudi Arabistan İsrail ile yeni bir coğrafi ve stratejik bağa sahip olmuştur.[9] Her iki ada da İsrail’in Kızıl Deniz’e tek erişimi olan Tiran Boğazı’nda yer almaktadır ve gelecekte İsrail ile Suudi Arabistan arasındaki askeri ve güvenlik işbirliğini geliştirmeye yönelik olarak füze rampası olarak kullanılabilecektir. Suudi kamuoyu, özellikle Suudilerin sponsorluğunu yaptığı medya aracılığıyla, İsrail ile daha büyük bir iş birliğine hazır durumdadır ve artık İsrail işgalini ve Batı Şeria ve Gazze’de Filistinlilere muamelelerini alenen eleştirmeyen makalelere izin vermeye çok daha isteklidir. Suudi Arabistan Katar’ı, artık bir terör örgütü olarak kabul ettiği Filistinli grup Hamas’a destek olduğu için de eleştirmektedir. Muhammed bin Selman bu şekilde şüphesiz İsrail’i memnun etmekte ve daha büyük iş birliği isteğinin güvencesini vermektedir.[10]

Bunlara ek olarak, gelecekte, olağanüstü Suudi ekonomisi, özelleştirme tasarıları ve gelişmekte olan neoliberal ticarete ilişkin Suudi anlatısına kim karşı çıkacaktır? Kim, Suudi Arabistan’daki insan hakları ihlalleri, gözaltılar ve barışçıl aktivistler hakkında raporlama yapacaktır? Suudi Arabistan kimsenin buna cüret etmemesini ve bunu yapmamasını istemektedir.

Suudi–Katar krizi Körfez’i zaten parçalamıştır. Ancak Suudi Arabistan, kendi iç işleri ve bölge siyasetine ilişkin alternatif anlatı ve söylemleri susturmada henüz başarılı olamamıştır. Katar perdeleri indirir ve Körfez’in yaramaz çocuğu olma rolünü bırakırsa Suudi rejimi kendini ülke içinde daha güvende hissedecektir. Ancak kriz içinde geçen üç aydan fazla bir zamanda bunun olacağına ilişkin açık bir işaret bulunmamaktadır. Suudi Arabistan’ı önemli ölçüde korkutan İslam’ı; insan hakları, demokrasi ve sivil toplum gibi modern siyasal kavramlarla eriterek birleştiren bir söylemdir. Suudi Arabistan insanları bu hayattan çok öte dünyaya hazırlayan ve dolayısıyla İslamcılığın özellikle İslam ve demokrasinin uygunluğunu öğüt veren biçimlerini eleştiren bir İslam istemektedir. Katar bu türden bir İslamcılığı benimsediği müddetçe Körfez’de barış, uzak bir ihtimal olmayı sürdürecektir.

Katar krizi, Suudi rejiminin korkularını açığa vurmakta ve Arap dünyasındaki duruşuna zarar vermektedir. Bu durum Şam, San’a ve şimdi de Doha gibi popüler bazı Arap noktalarında başarısızlığa yol açarak, Suudilerin bölgesel politikasına ilişkin istikrarsızlık değerlendirmesini doğrulamaktadır. Krizden bu yana İran’la bir uzlaşmaya ya da geçici bir anlaşmaya varmak için Irak üzerinden bir köprü kurmaya çalışmaktadır. Ancak Irak’a yönelik başarılı hamleler henüz Suudi Arabistan lehine somut sonuçlar vermemiştir. Şu da bir gerçektir ki bu yılın hac sezonu İran ile ciddi bir uyuşmazlıkla sonuçlanmamıştır, ancak aradaki düşmanlık ve mezhepçiliğin geçmişi düşünüldüğünde, düşmanlığın yakın bir gelecekte yerini uyumlu bir birlikteliğe bırakacağını hayal etmek oldukça zordur.

Katar ile olan krize ve Suudi tepkilerinin sertliğine bakıldığında, Suudilerin ülke içi itibarı bir yana küresel ve bölgesel itibarını geliştirmeye dahi yardımcı olmamaktadır. Suudi Arabistan, Katar’ı tamamen saran ambargodan ve Suudilerin Katar’ı itibarsızlaştırmaya yönelik saçma ve abartılı performanslarından, Katar yönetimine ve onların soy kütüğüne yönelik şahsi karalamalara kadar birçok konuda dünyaya yanlış mesaj yollamaktadır. Ülke sağlam ve güçlü görünmemektedir. Aslında amatörce ve zarar verici bir kriz yönetimi gerçekleştirilmekte ve bu müttefiklerini böyle bir rejime yakın olmanın yararları hususunda endişelendirmektedir. Düşmanları, uluslararası ilişkiler ve dış politika mevzu bahis olduğunda bu kötü kararlar ve tercihler ile eğleniyor olmalıdır.

Son olarak, Katar Şeyhi Tamim’in Suudi Veliaht Prensi’ne telefon etmiş olduğu haberi Suudi-Katar krizini sonlanacağına dair umutlara yol açmıştır. Ancak Suudi yönetimi sosyal medyadaki sözcüleri aracılığıyla bunu Katar’ın boyun eğdiği ve teslim olmaya hazır olduğu şeklinde yorumlamaya başlamıştır. Suudiler bu telefon görüşmesini Katar’la bir uzlaşmaya varmaktan çok Katar’ı küçük düşürmeye yönelik bir fırsat olarak görmüştür. Çatışmanın çözümüne yönelik bu yaklaşım, yabancı bir ülkenin egemenliğine saygısızlığın bir biçimi olarak gelecekte Suudi Arabistan’ın kendisine karşı kolayca geri tepebileceği için, ters ve hatta tehlikeli bir tutumdur. Suudi yönetimi Körfez bölgesinde bir soruna dönüşmemesi gereken bir çatışmayı uzatmaktadır. Suudi Arabistan’ın sözümona liderliğinde, parçalara ayrılmış Körfez’in kısa bir süre sonra daha başka bölünmelere tanık olduğunu dahi görebiliriz.

Referanslar

[1]Bernard Haykal,’ Saudi Arabia and Egypt: an Uneasy relationship’, 14 Mart 2017, http://www.hoover.org/research/saudi-arabia-and-egyptuneasy-relationship

[2]Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Madawi Al-Rasheed, Contesting the Saudi State, Cambridge: Cambridge University Press, 2007.

[3]‘Why Saudi Arabia Wants Qatar to Shut Down AlJazeera’, 29 Haziran 2017, https://www.nytimes.com/video/international-home/100000005189512/why-saudi-arabia-wants-qatar-to-shut-aljazeera.html?mcubz=0

[4]“More than Half of GCC Population under Twenty Five” http://www.arabnews.com/saudiarabia/more-half-gcc-population-under-age-25

[5]David Graham, ‘Israel and Saudi Arabia: Togetherish at Last,’ 5 Haziran 2015, https://www.theatlantic.com/international/archive/2015/06/israeli-saudi-relations/395015/

[6]David Graham, ‘Israel and Saudi Arabia: Togetherish at Last,’ 5 Haziran 2015, https://www.theatlantic.com/international/archive/2015/06/israeli-saudi-relations/395015/

[7]Kristian Coates Ulrichsen, ‘Israel and the Arab Gulf States: Drivers and Directions of Change,’ Baker Institute for Public Policy, Rice University, Eylül 2016, https://www.bakerinstitute.org/media/files/research_document/13eaaa71/CME-pub-GCCIsrael-090716.pdf (Erişim tarihi 20 Temmuz 2017).

[8]‘Saudis Visit Israel, Meet Government Officials’, 24 Temmuz 2016, http://gulfnews.com/news/gulf/saudi-arabia/saudis-visit-israel-meetgovernment-official-1.1867832

[9]‘Egypt: Parliament Approves Saudi Islands Deal’, 14 Haziran 2017, http://www.aljazeera.com/news/2017/06/egyptparliament-committee-approves-saudi-islandsdeal-170613165320546.html