Giriş

Resmi olarak İslam Konferansı Örgütü veya İİT olarak bilinen İslam İşbirliği Teşkilatı, Kudüs’teki El Aksa Camii’nin kundaklanmasına karşı bir tepki olarak 22-25 Eylül 1969’da Fas’ın Rabat kentinde doğdu. İİT’nin kurucu sözleşmesi, 1972 yılında İslam ülkelerinin Dışişleri Bakanlarının yer aldığı bir konferansta oluşturuldu. Örgüt, kuruluşunda bu yana geçen yaklaşık yarım asırda oldukça büyüdü. Şu an, 57 üyesi ve 1,5 milyardan fazla insanı temsil kapasitesiyle, “Birleşmiş Milletler’den sonra dünyanın en büyük hükümetlerarası örgütü.”[1] Soğuk Savaş’ın iki kutuplu dünyasında bu örgütün uluslararası politikada pek görünürlüğü yoktu ancak şimdi, neredeyse tüm büyük ülkeler ve uluslarası örgütler İİT ile doğrudan bağlara sahip. Peki, İİT günümüz uluslararası politikası açısından neye tekabül ediyor? Beklentileri karşılayabildi mi? Elli yıl önceki potansiyeli neydi ve bu potansiyelinin ne kadarını gerçekleştirdi? Örgüt için yeni fırsatlar söz konusu mu? Örgütün tam potansiyeline ulaşmasının önündeki güçlükler neler? Bu makalede, yukarıdaki soruların cevaplarını bulmak için İİT’nin temel faaliyetlerini inceleyecek ve analiz edeceğiz.

Bağımsızlığını yeni kazanan, Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu birçok ulus devletin ideolojik olarak bölünmüş olduğu bir dönemde doğan İİT, geleneksel dini karakteriyle özgün bir platform olmuştur. Üye devletler kurucu sözleşmede “İslam’ın birlik ve kardeşlik değerlerinin rehberliğinde hareket edileceğini ve uluslararası arenada ortak çıkarları savunabilmek için üye devletler arası birliğin ve dayanışmanın güçlendirileceğini, ayrıca Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, İİT Sözleşmesi ve uluslararası hukuk kapsamında verilen taahhütlere bağlı kalınacağını” beyan etmişlerdir.[2] Üye devletler, ayrıca, “İslam’ın daimi öğretilerinden ilham alarak ekonomik, bilimsel, kültürel ve manevi alanlarda yakın işbirliğini” tesis etmek arzularını ortaya koymuşlardır. Müslümanların birlik olma arzusu, Peygamber Hz. Muhammed (SAV) tarafından MS 7. yüzyılda tebliğ edilen Kur’an’ın rehberliğine dayanmaktadır.[3] Birlik olma fikri, halifelik kurumu sayesinde 20. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir. Ancak 1923-24’te, halifelik kurumu, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından ilga edilince yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Müslüman liderler, halifeliğin ilgasını takiben Müslümanların birliğini gündeme getirdikleri konferanslar ve müzakereler gerçekleştirmiştir. 1926’da biri Kahire’de (13-19 Mayıs) ve diğeri hac mevsiminde Mekke’de (7 Haziran-5 Temmuz) olmak üzere iki konferans gerçekleşmiştir.[4] Müslümanların birliği için bir platform oluşturma konusundaki en büyük zorluk, o dönemde İslam dünyasının çoğunun doğrudan veya dolaylı olarak Avrupa’nın sömürge yönetimi altında olmasıydı. Ancak, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan birçok bağımsız ulus devlet dünya sahnesine çıkmış ve yeni fırsatların doğduğu bir ortamda İİT kurulmuştur. Kundaklama hadisesi bu bakımdan katalizör görevi görmüştür.

İİT’nin üyeleri arasında bir yanda sermaye zengini ve işgücü yoksunu ülkeler yer alırken, öte tarafta işgücü zengini ancak sermaye yoksunu ülkeler yer alıyordu. Bu ülkelerin iş birliği girişimi, dünyanın geri kalanı için bir kalkınma modeli sunabilirdi. Ancak bu gerçekleşmedi. Örgüt ne uluslararası politikada ne de ekonomik iş birliği anlamında önemli bir aktöre dönüşmüştür. Bu makalede, örgütün ortaya çıkardığı beklentileri, karşı karşıya kaldığı engelleri ve kuruluşundan bu yana kazandığı başarıları ve bu başarıların sonuçlarını kısaca analiz edeceğiz.