Medya organları genel itibariyle kamuoyunun yakından tanıdığı haber değerine sahip isimlerin ölüm ilânlarının güncel bir envanterini muhafaza ederler ne olur ne olmaz diye. Ölüm ilânları gibi miadı dolmuş duyurular, tıpkı İsrail ve Filistin’in toprak bölüşümünde olduğu gibi gün geçtikçe kanıksanır. Çünkü tek bir kesit olarak ölüm anı yoktur, hastalıkla geçen uzun bir süreç vardır. Zira günün birinde en ateşli muhalifleri dahi Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında sadece bir devletin olduğu gerçeğinden kaçamayacak: Nüfusu, hukuki ve siyasal statüsü itibariyle ayrıştırılmış fakat bölgesel manada birbirine eklemlenmiş bir devletten söz ediyorum.

Ancak bu durumu tanımakla birlikte suçlama oyunu başlar. Bu nasıl oldu, kimi suçlayalım? Ve bazen isteyerek kimi zaman da istemeyerek “iki devletli çözümden” feragat etme politikaları ortaya koyan ABD’nin hayali “barış sürecine” takvim çıkarmak üzerine kariyerlerini inşa eden uzmanlar, şimdilerde kederli bir şekilde kaçan fırsatları kaleme alıyor. Fakat adil bir şekilde ortaya konan hiçbir tarihsel yaklaşım, rahatsız edici gerçeği iç politikada gizleyemez: Art arda gelen İsrail hükümetleri, kasıtlı eylemleri ile iki devletli çözüm fikrini tabiri caizse öldürmüştür. Hâlâ aynı iç politika hesapları bu uzmanların birçoğunu Filistinlileri suçlamaya ve Amerikalılar için bahaneler üretmeye sevk ediyor. Bu kendine hizmet etme amaçlı ortaya konan anlatıya göre iki taraf da suçlanmalı, ABD ayrılığı giderecek bir köprü kurmak için elinden geleni yaptı ve şimdi ne kadar üzücü olursa olsun güçlünün olması gerekene karar vermesine müsaade etmekten başka seçenek de yok.

Öte yandan, böyle bir anlatı –aynı bizim ırkçılık, cinsiyetçilik, işgal ve sömürgecilik gibi baskın milli anlatılarımızda olduğu gibi- güçlünün ahlaki başarısızlıklarını rasyonel bir zemine oturtmak için tasarlanmış bir mite dönüşüyor. Tıpkı Amerika’nın söz konusu meselenin kör noktalarında mevcut açmazlarımızın tam kalbinde yer alan sistematik adaletsizliklere yönelik bir şeyler yapmayı zorlaştırması gibi, iki devletli çözümün çökmesinin arkasındaki sebeplere yönelik benzer bir körlük de ayrılık sonrası geleceğe ve Filistinliler ile İsrailliler arasındaki eşitlik sorunsalına dair kayda değer şeyler yapmayı zorlaştırıyor.

Bu meseleyi doğrudan kavrayışım, bir avukat olarak 2000 yılının sonundan 2004 yılının başlarına kadar Filistin müzakere ekibinin danışmanlığını yaptığım dönemde ve sonrasında Filistinliler, İsrailliler ve uluslararası toplumla yaptığım işlerde oturdu. O yıllar, barış süreci için “iyi yıllar” değildi.

Ehud Barak, kendisini Filistinlilere zorbalık yapıp onları, 2000 yılının yazında gerçekleşen ve kötü bir şekilde organize edilmiş olan Camp David Zirvesi’nde İsrail’in şartları altında bir anlaşmaya mecbur bırakabileceğine ikna etmişti. Altı ay sonra, Harem el Şerif’e yaptığı provokatif ziyaretle yine 2000 yazında İkinci İntifada’nın başlamasına sebep olan Ariel Şaron, Barak’ı seçimlerde mağlup etti ve Oslo Barış Süreci’ni ortadan kaldırmaya yönelik daha önce ortaya koyduğu plânını uygulamaya soktu. Filistinlilere karşı geniş çaplı bir askeri operasyon başlattı ve 1993’ten beri Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) inşa ettiği proto-devletin altını oymaya başladı. Şaron’un kuvvetleri, bakanlık binalarını tam anlamıyla ele geçirip bilgisayarlarını ortadan kaldırdı, Doğu Kudüs’teki Orient House’ı işgal etti ve Kudüs’te yaşayan Filistinlilerinin tüm arazi ve tapu kayıtlarını sildi. Sadece Yahudiler için yapılmış yollar ve şehirlerin (bazıları metropol ve bazıları büyük kırsal alanlar mahiyetinde olan ve dalga geçercesine adlarına “yerleşim” denilen) yanında, Batı Şeria’daki Filistinli çoğunluğu bir avuç alanla sınırlayacak bir duvar inşa etti.

Şaron ayrıca, Filistinlilerin lideri Yaser Arafat’ı kendi konutunda, berbat fiziki koşullar altında hapsetti ve daha önce Filistin Yönetimi’ne ayrılmış bölgelere tekrar İsrail birliklerini konuşlandırdı. Batı Şeria’daki İsrail kontrolünü güçlendirecek bir adım olarak, tek taraflı bir şekilde yerleşimcileri ve onlara eşlik eden askeri ve paramiliter birlikleri Gazze Şeridi’nden bu bölgeye getirdi. Tüm bunlar Washington nezdinde, Filistin Yönetimi’nin çöküşünü öne çıkarmaktan mutlu olanlar da dahil çeşitli Filistinli gruplar tarafından daha önce gerçekleştirilen ve genelde İsrail’deki sivilleri hedef alan intihar bombacıları bahaneleriyle meşrulaştırıldı. Elbette Filistinli sivillere yönelik şiddet kullanımı aynı yaklaşıma veya empatiye mazhar olmadı.

Filistinli müzakerecilerin arasında geçirdiğim ve Oslo sürecinin Şaron tarafından şiddetle parçalanışına tanıklık etiğim zaman zarfında yönetimin iki önceliği vardı. Birincisi hayatta kalmaktı.  Şaron’un son ölümcül darbesi, Batı Şeria’nın işgali ve Filistin Yönetimi’nin dağıtılması olacak gibi görünüyordu ki bu da işgal altında kapana kısılmış Filistinli liderlerin can güvenliğini belirsiz bir hale getiriyordu. İkinci öncelik ise iki devletli çözümün hâlâ mümkün olduğu fikrini İsrail kamuoyuna, Filistin kamuoyuna, Arap dünyasına, Avrupalılara ve elbette, hatalı bir şekilde İsrail’in saldırganlığını kontrol altına alabilecek tek güç olarak görülen ABD’ye yinelemek için Şaron’un ve tanklarının etrafından dolaşmaktı.

Bu üç yıl boyunca, FKÖ Genel Sekreteri Mahmud Abbas, İsrailliler ile yapılan kamuya açık toplantılarda Filistinlilerin iki devletli çözüm taraftarı resmi duruşunu açıklamak için Tel Aviv’e hukukçular yolladı. FKÖ, Filistin’in duruşunu genel bir şekilde sistemleştirmek üzere bir Arap Ligi kararı çıkarmak ve İsrail’e bunun karşılığında Arap dünyası ile bir normalleşmeyi vaat etmek için Suudi Arabistan ile iş birliği yaptı. Çatışmayı durdurmak ve belki de devletleşmeyi sağlamak için Senatör George Mitchell (dönemin Sharm El Şeyh Olguları Tespit Komitesi’nin başkanlığını yapan), Büyükelçi Bill Burns ve General Tony Zinni de dahil olmak üzere ABD temsilcileri ile sayısız toplantı ve müzakere yapıldı. Eski İsrail müzakerecileri ile sayısız gayrı resmi müzakere devam etti ve nihayetinde FKÖ, Filistin Yönetimi ve çeşitli Filistinli partiler ve sivil toplum temsilcileri ile çoğu faal olarak görevde bulunmayan İsrailli yetkililer, askeri figürler ve kültürel liderlerden oluşan, bölüşüm üzerine bir “anlaşmanın” iskeletini çıkarmaya çabalayan bir gruptan oluşan Cenevre İnisiyatifi’ne ön ayak oldu.

Şaron tarafından söndürülen süreci bir daha alevlendirmeye yönelik bu çabalar; kuşatmalar, kısıtlamalar, saldırılar ve katliamlar sebebiyle acı çeken sıradan Filistinliler nezdinde çok da popüler değildi. Bilakis, diplomasi seviyesindeki bu solgun çabaların birçoğu, önceliklerin karıştırılması olarak görüldü.

Tarihi Filistin topraklarının yüzde 22’si üzerinde devletleşme de böyle bir öncelik olmuştu ve aslında Filistin yönetimi, durumu şüpheci bir kamuoyuna izah etmenin neredeyse imkânsız olduğu tavizleri düşünmeye razıydı. 1993 Oslo Anlaşmaları da benzer tavizler içermekteydi ancak o denli bariz değildi. Oslo Anlaşması, herhangi bir Filistinlinin anladığı kadarıyla, beş yıl içerisinde Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde otonominin artacağını ve nihayetinde Doğu Kudüs’ü başkent olarak içerecek şekilde 1967 sınırlarından oluşan egemen bir devletin ortaya çıkacağını vaat ediyor gibi görünüyordu. Her yılın bir önceki yıldan daha iyi olması gerekiyordu. Çok hızlı bir şekilde artan yerleşimciler ve İsrail’in kırmızı çizgilerine dair artan detaylar izlendikten sonra, 2000 yılına kadar yeni bir şüphecilik gündeme oturmaya başladı.

Zaman içerisinde, hiçbir İsrail hükümetinin daha önce Batı Şeria’da kurulan ve özellikle de su kaynaklarının batısında yer alan “sadece Yahudilerden oluşan” şehirleri ortadan kaldırmaya ne rızalarının ne de isteklerinin olduğu herkes tarafından çok net bir şekilde görüldü. Ve büyük bir yanlış hesabın sonucunda, Filistinli müzakereciler 1967 sınırları karşılığında Filistinlilerin İsrail’deki evlerine geri dönebilmeleri şartından feragat edebileceklerini özelde çok sık bir şekilde açığa vurdular. Bu, Filistinlilerin mültecilere bir tanınma ve tazminat verilmesi için sembolik gayretlerle en çok mücadele verdiği meseleydi. Geriye dönüş hakkından feragat ederken neyin doğru ya da yanlış olduğuna dair inancınız ne olursa olsun, bunu çok açık bir şekilde yapmak pratikte yanlış bir hesaptı çünkü İsrailli müzakereciler bu tavizleri ceplerine koydular ve sonrasında sınırları değiştirmek için müzakerelere başladılar. Ve İsrail, Kudüs’ün ebedi ve bölünmez başkenti olduğunu söylediğinde, aslında bunu kastetmekteydi.

Daha sonra ise güvenlik sorunsalı ortaya çıktı: İsrail’in Filistinlilerin kendi egemen devletlerini kontrol etmesine müsaade etme niyeti yoktu. Sınırlar, hava sahası ve elektromanyetik spektrum da dahil olmak üzere güvenliğin İsrail’in kontrolü altında kalacağı konusunda ısrar ettiler. Filistin sınırları içerisinde daha önce konuşlandırılmış olan kalıcı askeri üslere özel erişim yolları istediler. Birçok şekilde, İsrail’in askeri varlığı “bağımsız” bir Filistin’in içerisinde genişleyecekti.

Filistin tarafı, birçok Filistinlinin sert eleştirilerine rağmen, tüm bu meseleler karşısında “yaratıcı” çözümler bulmak istiyordu. Hâlihazırda büyük bir Yahudi nüfusuna sahip olan Doğu Kudüs konusunda dahi Filistinliler en azından şehrin doğu kısmını daha da bölecek çeşitli düzenlemeler yapmaya razıydı.

Nihayetinde bu müzakerelerin hiçbiri bir sonuç vermedi, çünkü ABD dürüst bir aracı rolünü taşımaktan ve müzakereler de sahadaki olgulardan uzaktı. Filistin yönetiminin en büyük hatası, analizin yerine umudu koymasıydı. Merkez ya da sağ fark etmeksizin, birbiri ardına gelen İsrail hükümetleri işgali kuvvetlendirecek, Filistin yönetiminin ve otonomisinin herhangi bir suretini dahi aşağılayacak ve parçalayacak ve bugün mevcut olan saha gerçekliklerini yaratacak adımlar attılar. Filistin yönetimi, ABD’nin ve daha az boyutta da olsa Avrupa’nın Filistin’in Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bağımsız bir devlet hâline gelmesi konusunda küresel bir konsensüs gibi kendisini gösteren duruma sahip çıkacaklarını varsaydı.  Ayrıca İsrail ile olan çeşitli ilişkilerine rağmen Arap devletlerinin Filistinlilerin Kudüs ve egemenlik konusunda kırmızı çizgilerini es geçmeyeceklerini de varsaydı.

Bu da yanıldığımız yerdi.

İsrail’in eylemleri, niyetlerini açığa çıkarıyordu. Ve mesele İsrail’in sınırlanması ya da durdurulmasına gelince bazen ABD’nin eylemsizliği, kafa karışıklığı, yetersizliği ve yanlış yöne gidişi gibi görünen tutumlar aslında ABD’nin politikasıydı.

Birçok hükümetin ve halkların büyük çoğunluğunun Filistin’in devlet olarak tanınması lehinde kanaat sahibi olduğu Avrupa ise bu meselede sürücü koltuğuna geçme konusunda hem istekten hem de kapasiteden yoksundu.

Ve Arap devletleri… Evet, Arap devletleri. Sadece geçtiğimiz ayda bile Suudi Arabistan ve Mısır’ın Filistinlilerin ve Arapların uzun yıllardır kırmızı çizgisi olan Kudüs ve egemenlik meselelerini başlarından atmak istediklerini anlamak için yeterliydi. Esasında, İsrail, Batı Şeria topraklarını ve genel güvenlik mekanizmasının kontrolünü sağlarken Batı Şeria’daki Filistinlilerin sorumluluğunu Ürdün’e, Gazze’dekilerin sorumluluğunu Mısır’a aktarma konusunda hep kabul ettikleri formülü dahi tanımayabilirler. Böylesi bir politik çıktı, İsraillilere kendi ülkelerinde ve Batılı ülkelerde kaçınılmaz bir şekilde baş gösteren anti-apartheid mücadeleye karşı yürüttükleri PR savaşında ekstra bir siyasi kılıf sağlayacaktır.

Bu yüzden evet, Filistinliler de elbette hatalar yaptılar. Belki de 1988 yılında Filistin’in yüzde 78’e 22 şeklinde bölüştürülmesini kabul etmek dahi hataydı. Ancak iki devletli çözümün ölümünden ötürü Filistinlileri suçlamak hatasına da düşülmemeli.  Esasında, FKÖ’nün 1967 sınırlarını kabul etmesine rağmen, egemen bir Filistin’in var olacağı bir iki devletli çözüm hiçbir zaman masada olmadı. Batı Şeria ve Gazze’de Bantustan şehirlerinin olması ya da nüfusun sorumluğunun Ürdün ve Mısır’a aktarılması alternatifleri üzerinde hiçbir zaman Filistinliler nezdinde veya uluslararası ölçekte konsensüs sağlanmadı.

Fakat Filistin liderleri şu an hatırlamalı ki uluslararası konsensüs, Arap Ligi’ndeki konsensüs, Müslüman çoğunluklu ülkeler ile Güney Yarımküre’deki ülkelerin konsensüsü her zaman Filistinlilerin bir millet olarak esas hedefleri olan eşitlik ve hürriyet taleplerinin yanında olduğunu belirtiyor.  FKÖ, 1988 yılında yüzde 22’lik bir kısımda devlet fikrini meşrulaştırdığı zaman, dünyanın farklı yerlerindeki müttefikleri için de aynı tavizi vermenin kapısını araladı. Ölüm ilânları geçmiş için yazılıyor ancak Filistinliler gelecek için bir şeyler yazmalı… Toprak bölüşümü fikri ölmüş olabilir ama hürriyet hedefi ölmedi. Ve hürriyet talebinin hangi yöne gideceği, bir kez daha Filistinlilere, kendilerinin önümüzdeki aylar ve yıllar içerisindeki eylemlerine kalmış durumda.