Günümüz gazetecileri bir meslek hastalığından muzdarip. Her ne kadar herkes gibi uzağında olsak da, kendimizi çoğu zaman olayların merkezinde görmek gibi kötü bir alışkanlığımız var. Bunun sonucunda da kendimizi şans eseri büyük bir hikâyenin tam ortasında bulduğumuzda, esas meselenin kendisini göremiyoruz.

İngiltere’deki Brexit süreci, ABD’deki sürekli bir kriz ile anılan ve görevden alınmaların bir itiraf pazarlığı furyasına dönüşerek etkilediği başkanlık koltuğu; Almanya, İsveç ve İtalya’da aşırı sağın yükselişi, Fransa’da süren ‘peçe’ karşıtı kültür savaşları… Tüm bunlar, birbirini çağrıştıran benzer siyasal ve toplumsal rahatsızlıkların belirtileridir. Dünya üzerinde kişi başına düşen ortalama milli gelirin en yüksek olduğu toplumlar, neoliberalizmin pençesinde yaşadıkları bıkkınlıkların acısını göçmenlerden ve Müslümanlardan çıkaran beyaz işçi sınıfıyla birlikte toplu sinir krizleri geçiriyor; güvenebilecekleri liderlerden yoksun oldukları gibi kimlik politikalarına da hapsolmuş gibi bir görüntü veriyorlar.

Tıpkı küresel ısınma gibi, söz konusu bu ruhsal krizin etkileri Avrupa ve ABD’de alabildiğine kendisini hissettirecektir: Popülizm, etnik milliyetçilik, öfkenin bir politik söylem aracı olarak kullanılması; bir tweet ile hiçbir delil olmadan yok edilen itibarlar ve evrensel bir mağduriyet duygusu, söz konusu krizin başlıca örneklerindendir.

İnternet günümüz gelişmelerine hız kazandırıyor ancak bugünün zihin yapısını şekillendiren faktörleri saptamak daha zor nedense. Bu, on yıl önce gerçekleşen bankacılık sektöründeki krize ve durgun ekonomilere karşı gecikmiş bir tepki mi, yoksa birtakım özel borç yığınlarının sebep olacağı daha büyük bir çöküşün sessizce bir köşede bekliyor olduğuna dair korkular mı var?

Yoksa daha büyük ölçekli bir çöküş mü yaşanıyor? İmparatorluk çağının sonuna mı geldik? Topluca, Batı’nın küresel bir referans noktası olmaktan çıkıp cazibesini yitirdiğine mi tanık oluyoruz? İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden itibaren küresel çapta ekonomik, siyasal ve toplumsal söylemde kendisini gösteren tüm sınırlar için işaret edilen nirengi noktaları kademeli olarak ortadan mı kayboluyor?

ABD doları hâlâ dünyadaki rezerv para birimi olmayı sürdürüyor ve ABD silahlı kuvvetleri tek gerçek küresel askeri güç konumunda. Fakat 2001 Afganistan, 2003 Irak, 2011 Libya gibi askeri operasyonlara ve 2011’deki ‘dolaylı müdahale’ politikasına zemin hazırlayan özgüven kayboldu. David Petraeus ve Stanley McChrystal gibi savaş yanlısı isimler görevlerinde değil belki ancak söz konusu müdahaleleri besleyen yurt dışında neo-muhafazakârlık ve yurt içindeki neo-liberalizm yaşamaya devam ediyor.

Bir zamanlar Sovyetler Birliği’nin sonunun ilan edilmesiyle duyurulan Rusya Federasyonu çağının başında Moskova’ya inen Batılı “devlet kurucu” ve “dönüşüm ekonomisti” taburları kuyruklarını bacaklarının arasına alarak çekildiler.

Güven, müdahalenin temel bir bileşenidir. Üst düzey bir KGB (Rus İstihbarat Servisi) generalinin 1991’de Mihail Gorbaçov’a karşı planlanan bir darbenin başlangıcında nasıl işe gelişini anlattığını hatırlıyorum. Tecrübeli KGB elemanı bana; darbe öncüsü tanklardan birinin trafikte kırmızı ışıkta durduğunu gördüğünde darbenin uzun sürmeyeceğini anladığını söylemişti.

Bu durum, beni çok bariz bir noktaya getiriyor. Ortadoğu dediğimiz bölge, siyasal kaos üzerindeki tekelini kaybetmiştir. Ortadoğu’yu şekillendirip tahakküm altına alan ve bu dünyadan Gertrude Bell, Sykes, Picot ve Balfour’ları gönderen ülkelerde eşzamanlı olarak yaşanan bir siyasi ve sosyal kriz söz konusu. Bir kaos bölgesi olarak Ortadoğu’nun sınırları da artık tam olarak belirli değil. Hangi noktada bir bölgedeki kaosun başladığı ve başka bir bölgedeki kaosun bittiği saptanabilir bir durumda değil. Belirsizlik bir yana, köklü bir biçimde iç içe geçmişlik yaşanıyor.

Tersine Dönen Sömürge İlişkileri

Bazı durumlarda sömürge ilişkileri tersine dönmüş. Bazen, sanki Ortadoğu’nun yeni liderleri İngiliz, Fransız ve Amerikan dış politikasının şoför koltuğundaymış da İngiliz, Fransız ve Amerikalılar da arka koltuktaymış gibi görünüyor. Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid Londra’ya gidip Müslüman Kardeşler’in Mısır’da yükselmesine bir karşılık verilmesi talebinde bulunduğunda dönemin Britanya Başbakanı David Cameron konuyla derhal ilgilenerek İhvan’ın Britanya’daki faaliyetlerinin soruşturulması emrini vermişti. Hem Dışişleri Bakanlığı hem de İngiliz dış güvenlik servisi MI6, söz konusu emre direnerek Müslüman Kardeşleri terör bağlantıları konusunda hızlıca akladı. Britanya’nın eski Suudi Arabistan büyükelçisi Sir John Jenkins tarafından yapılan sonuç değerlendirmesi hiçbir zaman tam metniyle yayınlanmadı.

Benzer bir hadise, Trump’ın telkiniyle Abu Dabi ile Riyad merkezli bir politika olan Katar ambargosu konusunda da tekrarlandı. Söz konusu hadise Trump’ın tweetleriyle tescillense de Dışişleri Bakanı Rex Tillerson ve Pentagon tarafından reddedilmişti.

Sponsor ile desteklenen arasındaki rollerin benzer şekilde tersine dönmesini muhtemelen ABD’den çok İsrail’e sadakat besleyen ulusal güvenlik danışmanı John Bolton ve ABD büyükelçisi David Friedman’ın kariyer serüvenlerinde de görebiliriz.

Dönemin İsrail Birleşmiş Milletler (BM) büyükelçisi Danny Gilerman’ın deyimiyle Bolton, İsrail’e o kadar hararetli destek veriyordu ki “kendi tarafına ateş püskürerek o zamanlar patronu olan Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice’ın dış politikasını sabote ediyordu. Friedman ise çok yakın bir zamanda İsrail’in Batı Şeria’da yeni yerleşim yerleri inşa etmek için ABD’nin iznini almak zorunda olmadığını açıkladı. Peki Friedman hangi ülkenin büyükelçisi? Filistinlilerle veya yerleşimcilerle bir çözüme varılabileceğini hâlâ savunan Beyaz Saray’ın mı?

Bu yeni bir olgu değil. Ancak şimdilerde daha çok vurgulanıyor. İngiltere’nin silah endüstrisinin bir pazarı olarak Suudilere bağımlılığı ta Margaret Thatcher, Yemame sözleşmesini saran yolsuzluğa ve ötesine kadar gerilere gidiyor. Bu bağımlılık şimdi daha şiddetli ve Brexit sonrasında da artacak gibi görünmekte.

Bir arkadaşım ve meslektaşım, bir defasında eski Dışişleri Bakanı William Hague ile bir öğlen içkisinden sonra Dışişleri ve Milletler Topluluğu Bakanlığının bulunduğu Charles Street’te herhangi bir kapıyı çalmaya davet edilmişti. Politika Müdürlüğü yazan kapıyı seçmiş. İçeri girip Politika Müdürüne Britanya’nın Suudi Arabistan’a yönelik politikasını sorunca Politika Müdürü “11.000 iş” diye cevap vermiş. Bu rakam şimdi 9000 civarında ama Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Systems şirketinin Suudi Kraliyet Hava Kuvvetlerinin kontratlarına olan bağımlılığı arttı.

Aynı hikâye İspanya’nın Suudi Arabistan’a lazer güdümlü bomba satışına yönelik bir kontratı geri çeken ancak Suudilerin boykot tehdidi nedeniyle bozulan kararında da tekrarlandı.

Birbirini Besleyen Krizler

Söz konusu Suudi Arabistan olunca eş zamanlı iki siyasal kriz birbiriyle bağlantılı hale geliyor.

Aralarındaki yaş farkına rağmen Veliaht Prens Muhammed bin Selman ile ABD Başkanı Donald Trump’ın aslında pek çok ortak noktası var. Bir kere ikisi de hayatını idame ettirmek için çalışmak zorunda kalmadı. Dahası, ikisi de aşırı zekâ, eğitim veya tecrübe yükü altında değil. İkisi için de bilgi olumsuz bir özellik. İki isim de dostlarını satın alıp ister Katar olsun ister Uluslararası Ceza Mahkemesi olsun düşmanlarına ambargo uygulamaktan çekinmez. İkisi de sadece en yakın akrabalarına güvenir ve garip bir şekilde uzman görüşünden etkilenmez.

İkisi de içerisinde bulundukları siyasal sistemlere dışarıdan gelmiştir. Dışarıdan gelmiş olmalarını önemsemeseler de yalnızlıktan korkuyorlar. New York Times Trump’ın ekibinden biri tarafından yazılan anonim bir görüş yazısı yayınladığında yazar bunu “direniş eylemi” olarak tanımlamıştı. Beyaz Saray’ın içindeki biri için ilginç bir ifade bu.

Bin Selman, prens kuzenleri tarafından o kadar dışlanmış hissetti ki avamdan herhangi bir gibi onlarla görüşme ayarlamak zorunda kaldı. Görüş yazısının gizli yazarına göre Trump “zıvanadan çıkıyor, tekrarlı bağrışmalarda bulunuyor ve düşüncesizliği ham, bilgiye dayanmayan ve zaman zaman pervasızca olan ve geri çekilmek zorunda kalınan kararlarla sonuçlanıyor.”

Dolayısıyla birbirlerini bulduklarında birbirlerinde bulunan ve onları birleştiren güçlü özellikleri gördüler. Trump işlem odaklı ve iki taraflı davranıyor. Ona göre dünyayı yönlendiren şey güçlü isimler arasındaki geçici ikili işler ve bire birde şekillenen ilişkilerdir. Bu Suudilerin dış politika yaklaşımına da çok benziyor.

Trump, Başkan Abdulfettah Sisi ile bağ kurma, onun ayakkabılarını beğenme ve Tiananmen Meydanı’ndan sonraki en kötü sivil katliamından sorumlu olan bu adam için “çok zor bir durumda müthiş bir iş çıkardı” demekte bir beis görmüyor. Bir Amerikan vatandaşı söz konusu olduğunda ise yaverlerine Sisi’nin “aşağılık bir katil” olduğunu söylüyor. Trump’ın kafası işte böyle çalışıyor.

Bin Selman’ın çok net bir dış politika gündemi var. Akıl hocası Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid’in yakın gözetiminde Amerika ve İsrail ile yakın kişisel, ticari ve askeri ilişkiler kurup bunları Sünni Arap dünyasının lideri olmada bir koz olarak kullanmak. İzleme teknolojisi İsrail’in ileri teknoloji endüstrisi tarafından sağlanan modern bir polis devleti kurmak istiyor.

Bu planı uygularken bin Selman, Arap sokağının ne düşündüğünü pek de umursamıyor.

Ürdün’ün Kudüs’teki Harem-i Şerif’in koruyucusu olarak rolünü ve Kral Hüseyin’in Doğu Kudüs’ün 1967’de kaybedilişinden duyduğu kederin mirasını görmezden gelip hafife alıyor. Bu durum hanedanlarının bir zamanlar İslam’ın üç Harem-i Şerifini de idare ettiğini hatırlayan Ürdün Haşimileri arasında kötü hatıraları canlandırıyor.

Filistinlilere gelince de bin Selman ilişkileri normalleştirmeyi çok istediği İsrailliler gibi davranıp konuşuyor.

Suudi liderin “Filistin yönetimi 40 yıl boyunca defalarca ayağına gelen fırsatları kaçırdı ve kendisine sunulan tekliflerin hepsini geri çevirdi” dediği söyleniyor. Söylentilere bakılırsa “Filistinlilerin teklifleri kabul edip müzakere masasına oturma zamanı geldi yoksa susup şikâyet etmeyi bırakmaları gerekiyor” diye de eklemiş.

Peki masadaki anlaşmada ne var? Önce neyin olmadığıyla başlayalım: Doğu Kudüs’ün Filistin Devletinin başkenti olması; mültecilerin geri dönüş hakkı; uluslararası alanda statüsü tanınmış mültecilerin sayısının onda dokuz oranında az olması; Birleşmiş Milletler Yakındoğu Filistin Mültecilerine Yardım Ajansı’na ve Kudüs’te Filistinlileri tedavi eden hastanelere olan fonların kesilmesi.

En kötüsü de Madrid ve Oslo süreçlerinden itibaran böyle bir anlaşmaya varmak için gösterilen tüm çabaların zemini olan varsayımın ortadan kaldırılmış olmasıdır. Dönemin Suudi Kralı Abdullah’ın sponsor olduğu 2002 Arap Barış İnisiyatifi anlaşmanın başarılı bir müzakere sürecinden sonra yapılıp Filistin ve İsrail’de halk oylamasına sunulacağı varsayımına dayanıyordu.

Suudi Arabistan ve BAE’nin İsrail ile ilişkileri normalleştirip ticaret yapmaya yönelik aceleci girişimleri bu sürecin tersine çevrilmesi demektir. Bırakın müzakere edilip oylamaya sunulmayı, daha yayınlanmadan uygulanan bir anlaşma söz konusu. Bunun en yakın kanıtı Suudi Arabistan’ın Kudüslülerin taşıdığı T pasaportu olarak bilinen Ürdün pasaportunu tanımayı bırakmasıdır. Bu karar Amman’da Ürdün’ün Kudüs Harem-i Şerif’i üzerindeki himayesini tanımaktan vazgeçmek olarak yorumlanıyor.

Filistin tarafı masadan uzak kaldıkça henüz dahil olmadıkları bir eylem planının uygulanmasıyla o kadar çok cezalandırılıyorlar. Bunun ucu Riyad’ın İsrail adına planı uygulayan temel aktörlerden biri olduğu dayatılmış bir çözüme kadar uzanıyor. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu şansına inanmakta güçlük çekiyor olmalı. Üç Arap devletinin fiili liderleri Sisi, Bin Selman ve Bin Zayid’le birlikte ABD başkanı da onun tarafında.

İki Taraflılığın Kırılganlığı

Bu tür bir iki taraflılığa dayanan bir dünya düzeninin zayıflıklarına geçtiğimde artık şaşırmazsınız. Birincisi, bırakın ülkeler veya halklar arasında olmayı kişiler arası bir düzen bu. Kişi gittiğinde politikanın da onunla birlikte gitmesi oldukça muhtemel.

Bin Selman’ın önümüzdeki on yılda 500 milyar doları bulacak silah anlaşmalarıyla Trump’a yapacağı finansal yatırımlar garanti gibi görünmüyor artık. Silikon Vadisi’nde ve Elon Musk’ın Tesla’sındaki Suudi doğrudan yatırım ilgisine de burada dikkat çekilebilir. Ancak bu Trump’ın hâlefi tarafından sürdürülecek bir ulusal çıkar kadar güçlü bir nitelik taşımıyor.

Bin Selman ve Bin Zayid’in ABD başkanına karşı elde ettikleri kozlar Trump’ın koltukta kalmasını gerektiriyor. Başka biri, hatta ‘rahmetli’ John McCain ayarındaki bir Cumhuriyetçi bile onların projesine hayati bir tehdit oluşturur. McCain öldükten sonra Mısır medyası tarafından “Müslüman Kardeşler’in Büyük Rehberi,” İhvan’ın Türk Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Katar Emiri Tamim bin Hamad Sani’den daha güçlü rehberi olarak tanımlandı.

Bu ABD’nin Trump’tan sonra Suudi Arabistan’ı terk edeceği anlamına gelmiyor ama ABD politikasının kolaylıkla daha temkinli, daha tarafsız ve Doha, Amman, Beyrut, Ankara ve Tahran’ı dışarıda bırakan Riyad ve Abu Dabi merkezlilikten biraz daha uzak olduğu eski haline dönebileceği anlamına geliyor. Trump’tan sonra, bugün Tahran’ın aktif olarak ulaşmaya çalıştığı bir hedef olan İran nükleer anlaşmasına devam edilmesi de pekâlâ öngörülebilir.

Bu projenin ikinci zayıflığı ise karşı devrimci olmasıdır. Bin Zayid’in amacı müstakbel Kral Muhammed liderliğindeki Suudi Arabistan’ı Abu Dabi’nin daha büyük versiyonu, liberal soslu bir polis devletine dönüştürmektir. Suudi Arabistan çok daha karmaşık bir ülkedir. Kabileleri, Vahhabiliği, toplumsal alanda muhafazakar olan İslamcıları, zenginlikleri paylaşmaya ve ortak karar almaya alışmış bir hanedanı var.

Bin Selman, Suud hanedanındaki omertà’yı (sessizliği bozmama görevini) sarstı. Haberini yaptığım son hikaye Londra’nın bir sokağında gerçekleşen Kral Selman’ın kardeşi Ahmed’in evlerinden birinin dışarısında Yemenli ve Bahreynli protestocular tarafından rahatsız edildiği bir olaydı. Onları görmezden gelmek yerine Ahmed onlarla muhatap oldu. Ahmed “Suud ailesi hakkında neden böyle şeyler söylüyorsunuz?” diye başladı. “Tüm Suud ailesinin bu konuyla ilgisi ne? Bundan sorumlu olan birkaç şahıs var. Başkalarını karıştırmayın” dedi.

Prens Ahmed’in kast ettiği şuydu: Biz hanedan olarak Yemen’e savaş açma yönündeki çılgın kararlarınıza dâhil değilsek bunlardan sorumlu da değiliz. Hanedana ve popüler muhafazakar İslamcı vaizlere aynı anda saldırmak risklidir. Bin Selman tüm üç koruma halkasına birden ihtiyaç duyacak. Belki şimdiden onlara ihtiyaç duymuştur.

Üçüncü zayıf nokta ise şöyle devam ediyor: Arap İsyanlarından sonra tüm olanlara rağmen hâlâ inanıyorum ki isyanları besleyen, İhvan’ı şaşırtan ve iki diktatörü deviren güçlerin isyanları bastıran güçlerden daha büyük ve daha kalıcı olduğu yönündedir.

Elbette İdlib’in karşı devrimci saldırının sonraki hedefi olduğu şu günlerde tablo böyle görünmüyor. Ancak tarihin çevrilmeye devam eden sayfaları olarak görüldüğünde Arap Baharı güçleri eninde sonunda galip gelecektir. Bunun nedeni birleşme konusunda becerikli olmaları değildir. Tam aksine!

Mısır muhalefeti işlevsel bir siyasal güç olarak temelden bölünmüş durumdadır. Asıl neden, daha çok bin Selman ve Sisi gibi mutlakiyetçi yöneticilerin geri dönemeyecekleri bir yolda süratle ilerlemeleridir. Tek başına onların idaresi gittikçe büyüyen ve günün sonunda bu idareleri sonlandırmak için ortak bir dava ve işi yapacak birini bulacak olan Suudi ve Mısırlı halkaları toplayacaktır. Muhammed Mursi’nin koltuğunun elinden alınmasını destekleyen Mısırlıların kendisi aynı baskının hedefi oldular. Hüsnü Mübarek’in oğulları Sisi’nin siyasal intikamının son hedefi oldular.

Arap Baharı kitlelerin itirazı, karşı devrim ise elitlerin buna dönük tepkisiydi. Gençliğin parıltısı söndüğünde Bin Selman eski moda otokrat, internet çağına diktatörlük getirme projesine dahil olan bir prens olarak anılacak. Bence projeleri birbiri ardına çatırdarken kendisi de başarısız olacaktır. Bu yolda büyük hasarlara da neden olacak ama kesin olarak diyebilirim ki Riyad’da bir Abu Dabi kuramayacak.