(Bu yazı, El Cezire Araştırmalar Merkezi tarafından 8 Ekim 2019’da yayımlanan makalenin güncellenmiş versiyonudur. Yazının İngilizce orijinal versiyonu Al Sharq Forum’un web sayfasında mevcuttur.)

Arap devrimlerinin başlamasından sonraki dokuz yıl içerisinde iç gerilimler ve istikrarsızlık hâlâ Arap Maşrık bölgesini şekillendirip bölgesel çatışmaları derinleştiriyor. Suudi Arabistan, İran ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi karşı devrimci ülkelerin 2013’ten bu yana izlediği Arap Baharı öncesi düzeni yeniden tesis etme girişimleri başarısız oldu.

Aynı zamanda eşi benzeri görülmemiş bir şekilde açık yahut gizli uluslararası destek ve bölgesel ‘normalleşmeye’ rağmen Yahudi İsrail devleti sorunlu bir stratejik konum ve eşit derecede kararsız bir iç siyasi durumla karşı karşıyadır.

Başkan Trump’ın Amerikan başkanlık seçimleri sırasında verdiği Ortadoğu ve diğer çatışma bölgelerinden çekilme vaatleri yerine getirilmedi ve ABD bölgede kilit bir aktör olmaya devam ediyor. Aynı zamanda Rusya, özellikle Suriye krizinin başat aktörlerinden biri olmaya başladıktan sonra bölgedeki nüfuz alanını genişletmeye çalışıyor.

Uluslararası düzeyde hem ABD ile hem de Rusya ve Çin arasındaki rekabet kızıştı. Yine de ister iktisadi, stratejik, isterse Suriye, İran ve Venezuela’daki şiddetli kötülük yuvaları olsun bu uluslararası çalkantılar, büyük güçlerin özellikle de ABD ve Rusya’nın Maşrık’taki bölgesel güçlerin yükselişine göz yumduğu anlamına gelmiyor.

Uluslararası Arena: Sürekli Bir Nüfuz Mücadelesi

Trump yönetiminin stratejisi hem ekonomik hem de askeri alanda ABD’nin gücünü yeniden geliştirip üstünlüğünü kurmayı amaçlayan bir ‘ulusun yeniden güçlendirilmesi’ stratejisidir. Gerçekte Trump yönetimi İkinci Dünya Savaşı’ndan beri görülmemiş bir kapsamda askeri harcama yapma politikası benimsedi. Obama’nın küresel politikaları da özünde Bush yönetiminin başarısız Ortadoğu savaşları sırasındaki Amerikan kayıplarını toparlama girişimi olduğu düşünüldüğünde Trump ile seleflerinin dış politikaları arasında somut bir yakınlık olduğu görülür.

Obama Pasifik Havzası’ndaki stratejik dengeyi yönetiminin önceliği hâline getirmiş ve kademeli olarak Ortadoğu’daki çatışma bölgelerinden çekilmeye çalışmıştı. Ancak IŞİD’in Suriye ve Irak’taki ani genişlemesi ABD’yi bir kez daha askeri operasyon düzenlemeye zorladı. Öte yandan Trump şimdi Çin ile ticaret savaşını sürdürüp Çin’in ekonomik yükselişini yavaşlatmayı amaçlarken Obama’nın Hindistan’ı ABD’nin Çin’i sınırlama stratejisine çekme girişimlerini de devam ettirdi. Fakat ticaret savaşı politikası sadece ABD-Çin ilişkilerini değil, aynı zamanda ABD’nin Kanada, Avrupa Birliği (AB) ve Meksika dahil geleneksel müttefikleri ile olan ilişkilerini de etkiledi.

Dahası Trump yönetiminin Britanya ile onun eski kolonileri olan Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda ve ABD’nin dahil olduğu bir ekonomik blokun kurulmasına yönelik bir adım olarak Brexit’i desteklediği görülüyor. Bu blok on yıllardır Beş Göz (Five Eyes) olarak bilinen stratejik istihbarat ittifakına dahildi ve bu hedef gerçekleşirse AB ve Rusya’nın toplamı dahil tüm Avrupa kıtasının toplam üretimini aşan bir gayrisafi milli hasıla ile dünyanın en büyük ekonomisine sahip olacak.

Genel olarak Trump yönetiminin dış politikası ulusal güçlenme stratejisinin hedefleriyle uyum içindedir. Ancak bu politikalar ABD’nin gücünü yeniden ikame edip kayıplardan kaçınma hedeflerinden saptığında düzen bozuluyor. Örneğin Trump yönetimi İran nükleer anlaşmasından çekilip İran’a yıkıcı yaptırımlar uyguladı ama Trump İran ile savaşmaktan kaçınma konusunda kararlı görünüyor. Yönetimi ayrıca Venezuela’daki rejimi devirmeyi amaçladı ama askeri seçeneği devre dışı bıraktı. Bu yüzden bu görece daha küçük olan iki devlete kıyasla ABD’nin güçlü konumuna rağmen Trump yönetimi iki durumda da hedeflerine ulaşmayı başaramamış görünüyor.

Bazı durumlarda Trump’ın politikaları Aralık 2018’de verdiği Suriye’den çekilme kararında olduğu gibi ABD devlet kurumlarıyla çatıştı ve Trump belirttiği hedeflerinden vazgeçmek zorunda bırakıldı. Bu durum yönetiminin Afganistan’da Taliban ile bir anlaşmaya varma çabaları ve Rusya ile ilişkileri iyileştirme yönündeki ilk girişimlerinde de yaşandı.

Trump’ın kişisel düzeydeki esas sorunu başkanın yetki sınırlarını bilmeyişi ve konumu veya Amerikan devlet kurumlarındaki rolünün gereklerine uygun davranamamasıdır. Bu etik ve ahlaki kusurlar görevi kötüye kullanma suçlaması (impeachment) ile karşı karşıya kalma ihtimalini doğurdu ve belki de önümüzdeki 2020 başkanlık seçimlerinde ikinci kez seçilemeyecek.

Küresel düzeyde karşılaşmanın uluslararası büyük güçler arasındaki ilişkilerin temel özelliği hâline geldiği ve hemen hiçbirinin kesin bir zafere ulaşamadığı veya önümüzdeki birkaç yılda kazanamayacağı söylenebilir. ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşı muhtemelen ABD lehine olacak bir anlaşmayla sona erecek. Ayrıca Çin’in Çin Denizlerindeki nakliyat rotaları üzerindeki münhasır kontrolünü nasıl icra edeceğini kestirmek de zor. Aynı zamanda ABD’nin çabalarına rağmen Çin, İpek Yolları projesi üzerinden bir dizi ortaklıkla ticari ve ekonomik nüfuzunu yavaş ve kararlı adımlarla genişletiyor.

ABD kendi hesabına henüz Venezuela rejimini devirebilmiş değil ve Rusya’nın Kiev’deki rejimi değiştirme çabalarını engellemiş olsa da Ukrayna’daki durumu 2014 (Rus müdahalesi) öncesi şartlarına döndürmeyi başaramadı. Ayrıca Trump yönetimi Kuzey Kore’nin nükleer gücünü elinden alamadan Kore Yarımadası’nda bir ateşkes ile yetinmiş görünüyor. Hiç kuşkusuz Rusya Suriye’deki varlığını güçlendirip Kırım Yarımadası’na el koymayı başardı ama Ukrayna ve Gürcistan’ın batı yanlısı yönelimlerini değiştiremedi.

Trump yönetiminin İran nükleer anlaşmasından vazgeçmesi belki de ABD’nin Ortadoğu’daki en etkili kararlarından biri. Bu kararı İran’a karşı bir dizi ağır cezalandırıcı tedbir izledi. Rusya ve Çin’in ABD yaptırımlarına uymayı reddetmesi ve Avrupa’nın nükleer anlaşmasına bağlı kalırken yaptırımlara rağmen İran ile ticareti kolaylaştırma girişimlerine karşın ABD’nin İran ile ticaret yapan ülkelere karşı ikincil yaptırımlar uygulama kararı uluslararası ticaretteki büyük statüsünü ve Rusya, Çin ve Avrupa’nın bu statüye meydan okuyamadığını ortaya çıkardı.

Bu bağlamda bölgesel güçler henüz Maşrık’ın kaderini tayin edip krizlerini çözmede belirleyici bir rol oynayamadı. Bunun birinci nedeni bölgesel güçlerin yükselişinin bu bölgedeki kazanımlarını korumak için uğraş veren Moskova ile Washington’da (ve ayrıca Londra ve Paris gibi bazı Avrupa başkentlerinde) büyüyen bir kaygı kaynağı olmasıdır. İkincisi ise Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve Mısır gibi Maşrık’taki bölgesel güçlerin kendileri arasındaki çatışmaların yoğunlaşması ve bölgesel çatışma alanlarına yönelik duruşlarının ayrışmasıdır.

Bölgesel Arena: Yitik Denge

Bölgesel düzenin çöküşü 2011 Arap Devrimlerinin en önemli sonuçlarından biriydi. Suudi Arabistan’ın 2015’te Ortadoğu’da güçlü bir eksen kurma çabası belki de bölgedeki en hırslı girişimdi. Fakat artık Suudi projesinin oldukça kötü bir biçimde akamete uğradığı söylenebilir.

Ankara ile Riyad arasında, özellikle Kral Selman döneminin ilk iki yılındaki dostane ilişkilere rağmen Ankara, İran’a karşı kurulan ittifaka katılmayı reddederken Riyad da Mısır rejimine desteğini bitirmeye yanaşmadı. Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’da suikasta kurban gitmesinden beri Türk-Suudi ilişkileri gerilerek adeta ilan edilmemiş bir savaşa yakın bir hâle evrildi.

Sisi rejiminin ekonomik zayıflığı ve siyasi meşruiyetinin kırılganlığı nedeniyle Kahire artık başat bir bölgesel aktör değil. Riyad, Mısır’ı ne Yemen’de ne de İran’a karşı mücadelede kendi sınırlarının ötesinde aktif bir rol oynamaya yöneltemedi. Suudi Arabistan, Katar’ı hâkimiyet altına almayı veya iradesini teslim almayı da başaramadı. Suudi çabaları sadece BAE ile sınırlı bir ittifakla sonuçlandı ki bunun da Yemen’deki BAE-Suudi uyuşmazlıkları ve BAE’nin İran ile iyi geçinme yoluna girmesinden sonra uzun sürmeyeceği bekleniyor.

Suudilerin güçlü bir bölgesel eksen oluşturma girişiminin başarısızlığı, bölgede yaşanan karışıklıklar üzerindeki anlaşmazlıklar ve İsrail’in Maşrık’taki ülkeler arasındaki çatışmanın kızışmasındaki rolü başlıca bölge devletleri arasındaki gerilimi arttırarak onları büyük güçlerin baskılarına açık hâle getirdi.

Suudi Arabistan: Hâlihazırda içeride, bölgede ve uluslararası sahada modern tarihinin en zor dönemlerinden geçiyor. Veliaht prensin siyaset, ekonomi ve din sahası üzerinde doğrudan ve merkezi kontrol kurma mücadelesi Suudi toplumunda keskin bölünmelere ve binlerce Suudi entelektüel, aktivist ve tüccarın sürgününe neden olarak rejime karşı yaygın bir muhalefete yol açtı. Bugün Suudi Arabistan’ın bölgede güvenebileceği bir müttefiki kalmamış görünüyor. Bunun yanında Yemen’de dört yıldan fazla süren savaşta Suudi Arabistan asgari hedeflerine bile ulaşamadı çünkü savaş benzeri görülmemiş bir mali yüke ve Suudi güvenliğine doğrudan bir tehdide dönüştü.

Yemen savaşı Suudilerin İran ile karşılaşması bağlamına yerleştirilirse İran’ın özellikle de Suudi Arabistan’a karşı güneyden ve kuzeyden stratejik olarak blokaj uygulamada başarılı olmasından sonra daha avantajlı konumda olduğu da açıktır.

Suudi Arabistan için en büyük sorun ABD tarafından, sadece finansal değil aynı zamanda Suudi Arabistan’ın Arap ve İslam dünyasındaki ahlaki konumunu zedelemekle sonuçlanabilecek “Asrın Anlaşması” gibi ABD politikalarını desteklemeye zorlanmak şeklindeki bitmeyen şantajlara maruz kalmasıdır.

Türkiye: İktidar partisi AKP, son belediye seçimlerinde seçmen tabanında kayda değer bir düşüşe tanık oldu. Parti içindeki anlaşmazlıklar dikkate alındığında muhafazakâr merkez sağ kampından iki siyasi parti çıkacak gibi görünüyor ki bu da ülkenin siyaset haritasının yeniden çizilmesine yol açabilir. Öte yandan Türk ekonomisi 2018 yazında ülkeyi vuran finansal ve ekonomik krizden sonra toparlanıyor gibi görünüyor.

Türk-Suudi ilişkileri neredeyse tamamen bozuldu. Aynı zamanda Ankara ile Tahran arasında Suriye üzerinde görünür anlaşmazlıklara rağmen İran-Türk ekonomik iş birliği sürüyor. Türkiye, diğer başat bölgesel muadilleri gibi Suriye’de ve Doğu Akdeniz’de ABD ve Rusya’nın yoğun baskısı altında. Türkiye’nin hayati çıkarlarının tehdit altında olduğu Suriye’de, Türkiye Fırat’ın doğusuna büyük bir askeri operasyon başlatarak karşılık vermek zorunda kaldı. Türkiye’nin cüretkâr adımı ABD ve Rusya ile iki anlaşma ile sonuçlanarak sınırın Suriye tarafında düşmanca bir Kürt oluşumunun ortaya çıkmasını engellemede başarılı olmuş görünüyor.

Genel anlamda Türkiye, güçlü ekonomik altyapısı, askeri sanayideki ilerlemesi ve bölgedeki yüksek ahlaki konumu nedeniyle bölgesel güç safına yükselmede bölgedeki denklerinden daha ehildir.

İran: Obama yönetimi ile nükleer anlaşmayı imzalamanın olumlu siyasi ve ekonomik getirilerinden faydalanması uzun sürmedi. Trump yönetiminin bu anlaşmayı iptal edip yaptırımları geri getirmesinin ardından İran, modern tarihte barış döneminde hiçbir devletin maruz kalmadığı yaptırımlarla karşı karşıyadır. İran’ın karşı karşıya olduğu zorlukların Trump yönetiminin düşmanca politikalarıyla sınırlı olmadığı açık. İranlılar Batı’da kendilerine yönelen düşmanlığın kızışmasında Suudi Arabistan ile İsrail’in kilit rol oynadığına inanıyor. İranlılar ayrıca Yemen’deki Suudi savaşının, Suudilerin Irak’ta yer edinme girişimlerinin, İsrail tarafından son üç yılda Suriye’deki ve yakın zamanda Irak’taki İran hedeflerine karşı düzenlenen sürekli saldırıların ABD saldırısının bir parçası ve kendilerine diz çöktürme girişimi olduğuna inanıyor.

İran’ın kendisini askeri olarak sağlama almasına rağmen savaş durumunda ABD’nin geniş çaplı yıkımına maruz kalacağı açıktır ancak ABD tarafının da kayıp verme ihtimali bulunuyor. Bu durum muhtemelen Trump’ın Suudi Arabistan ve İsrail’deki müttefiklerine göre savaş konusunda daha az istekli olmasına neden oluyor.

İran ABD’nin sert yaptırımları altında uzun süre yaşayamayacağından, krizin hızla çözülmesini sağlamak için bölgedeki gerilim düzeyini tırmandırması gerekiyor. İran’ın bölgedeki askeri gücünü ve müttefiklerini Suudi Arabistan’ı ve Körfez’deki nakliyat rotalarının güvenliğini tehdit etmek için kullanmasının nedeni de budur. Başka bir deyişle İran krizine üç taraflı bir perspektiften baktığımızda İran’ın Suudi Arabistan ile çatışmada daha güçlü bir konumdayken, ABD ile çatışmasında daha zayıf taraf olarak değerlendirilebileceği açıktır.

Ancak İran bölgesel nüfuz sahasında başka engellerle de karşı karşıya. Irak’ta, Irak’ın gelecekteki bölgesel çatışmalarda tarafsız kalmasını isteyen sesler yükseliyor. Ayrıca Rusya’nın da İran’ın Suriye’deki varlığını kendi kontrolünde Suriyeli milisler örgütleyerek, İran’ın yakın müttefiki olan Suriyeli asker ve güvenlik liderlerini Suriye’nin karar alma çevrelerinden çıkararak ve İsrail’in Suriye’deki İran hedeflerine yaptığı saldırılara göz yumarak zayıflatmaya çalıştığına işaret eden bazı göstergeler var. Lübnan ve Irak’taki halk ayaklanmalarında dile getirilen İran karşıtı güçlü duygular ise İran’ın bölgesel nüfuzuna yönelen daha güçlü bir tehdittir.

Mısır: Suudi Arabistan dahil birkaç Körfez devleti 2013’ten beri Mısır rejimine ağır yatırımlar yaptı. Suudi Arabistan Mısır’ın bölgeye liderlik eden bir güç değil yalnızca kendi hedeflerini destekleyecek askeri ve siyasi açıdan güçlü bir müttefik olmasını istiyordu. Ancak yine de birkaç faktör Mısır’ın çevresindeki Arap bölgesinde aktif olma becerisini sınırlıyor.

Mısır rejiminin ekonomik krizi birçok nedenden ötürü kötüleşti. Rejimin muhaliflerine yönelik benzeri görülmemiş baskılarına rağmen, liderleri rejimin hayatta kalıp sürdürülebilir bir istikrar inşa etme kapasitesi konusunda güven vermiyor. Mısır rejiminin bölgedeki demokratik değişime olan düşmanlığı nedeniyle Kahire, Suriye devrimine karşı Suriye rejimi ile İranlı müttefiklerini destekliyor. Kahire Sudan’daki değişim hareketi sırasında da herhangi bir girişimde bulunamayarak Etiyopya’nın ordu ile Sudan değişim güçleri arasındaki anlaşmada arabuluculuk konusunda kilit rol oynamasına kapı araladı. Ve Mısır’ın Libya’daki hayati çıkarlarına rağmen Mısır rejimi BAE’den sonra ancak ikincil bir rolü kabul etti.

Sadece Gazze Şeridi’nde (Batı Şeria’da bile değil) Mısır’a bu rolündeki ahlaki kaygılardan bağımsız olarak somut bir rol oynama izni verilmiş görünüyor.

İsrail: Yahudi devleti geçen birkaç yılda hem Batı Şeria’daki yerleşimlerin genişlemesi hem de Kudüs’teki fiili durum açısından ama ayrıca İran’a karşı bir koalisyonda Trump yönetiminin de desteğiyle birkaç Körfez Arap devletiyle gayriresmi de olsa açılımlar yaparak somut kazanımlar elde etti. Bunun yanında Rusya da Yahudi devletiyle iyi ilişkiler kurma peşinde olduğundan İsrail, İran ve onun Suriye’deki müttefiklerine karşı hamle yapmada neredeyse tamamen serbest.

Fakat İsrail devletinin bölgesel çevresinde tamamen olumlu bir stratejik iklim kurmada başarılı olduğunu söylemek basite kaçmak olur. Arap dünyasındaki değişim hareketi sona ermedi ve İsrailli çevrelerde ne zaman bir Arap ülkesinde popüler gösteri hareketi başladığında görülen kaygı ve gerginlik düzeyi İsrail devleti ile Arap devletleri arasındaki barışın kırılganlığını gösteriyor. İsrail’in, Hamas ve Hizbullah gibi düşman güçlerin silahlanmasını kısıtlamaya yönelik yoğun çabalarına karşın İsrail karşıtı örgütlerin bugün sahip olduğu silahlar İsrail’in güvenliğine gerçek bir tehdit oluşturuyor.

İran’ın elinde İsrail’in güvenliğini ciddi bir biçimde tehdit edebilecek bir yığın silah, özellikle de füze bulunuyor. İran, halen nükleer silah geliştirme kapasitesini sürdürürken Erdoğan’ın yakın zamanda Türkiye’nin nükleer silah elde etmesinin önlenmesinin meşruiyetini sorgulaması Ankara’nın da nükleer kapasite geliştirme ihtiyacı hissediyor olabileceğinin açık bir göstergesi.

İsrail politikasındaki değişimler, Filistinlilerin reddi, Mısır ve Suudi Arabistan gibi Arap ülkelerinin desteklerini açıklamasından duyulan korku ışığında ABD’nin, İsrail devletine Filistin’in çoğuna hâkim olma ve komşularıyla kapsamlı bir normalleşme sağlama konusunda ihtiyaç duyduğu meşruiyeti verebilecek olan çözüm projesinin artık tartışma konusu olmadığı ve başlatıldığında hayata geçirilmesinin çok zor olacağı artık açıkça görülüyor.

Devrim ve Değişim Hareketi: Karşı Devrimin Düşüşü

Arap dünyasındaki devrim ve demokratik değişim hareketi 2013 yazında Mısır’da karşı devrimci güçlerin başarılarından beri büyük bir gerileme yaşadı. En büyük ve en etkili Arap ülkesi Mısır değişim hareketinin merkezi olmuştu. Mısır’daki demokratik geçiş sürecinin akamete uğraması aslında diğer Arap ülkelerinin çoğundaki demokratik sürecin başarısızlığına yol açtı.

Fakat karşı devrimci hareket ilerleyişini sürdüremedi. Tunus’ta eski rejimin bazı üyeleri iktidara dönse de ülkedeki demokratik süreç korundu. Karşı devrim Libya’da da ülke iç savaşa sürüklendikten sonra tam hâkimiyetini kuramadı. Suriye’de bile 2015 sonbaharında Rus askeri güçleri devasa maliyetler pahasına durumu kurtarmaya çağrılana kadar rejim fiili olarak geri çekiliyordu. İran yanlısı Husi darbesinin sancılı ve maliyetli bir iç savaşı tetiklediği Yemen örneğinde ise durum farklı değil.

Devrim güçleri ile karşı devrim kampı arasındaki esas mesele ikincisinin ne siyasi ve ekonomik düzeyde ne de devlet kurumları ile halk arasındaki ilişkiler konusunda ikna edici bir alternatif sunabilmesidir. Çoğu durumda karşı devrim hareketi 2011 öncesi rejimlerin bozulmuş bir alternatifini önerdi. Bu yüzden ne istikrar sağlayabildi ne de yeni darbe temelli modellere meşruiyet kazandırabildi.

Tunus’ta başlayıp birkaç Arap devletine yayılan popüler devrimci hareketlerin geçici öfke gösterileri olmadığı aksine tüm tarihsel dönemin sonu ile Birinci Dünya Savaşı sonrası Arap devletinin kendisini yeniden kurup meşruiyetini yeniden üretme konusundaki başarısızlığının işaretleri olduğu bariz hâle geldi.

O yüzden de 2019 senesinde Cezayir, Sudan, Lübnan ve Irak’ta ilgili ülkelerde yavaş ve zorlu da olsa gerçek değişime götüren halk ayaklanmalarına tanık olunması şaşırtıcı olmadı. Mısır’ın da rejimin kitlesel kanlı baskısına rağmen huzursuzluğun ve yeni bir halk hareketinin işaretlerine tanıklık etmesi olağandışı değildi.

Kısacası Arap bölgesi yakın zamanda istikrar bulamayacak ve devrim ve değişim hareketleri mücadele ne kadar maliyetli olursa olsun gelecek uzun yıllarda çok büyük olasılıkla devam edecek.