(Bu yazı İngilizce orijinal versiyonundan çevrilmiştir.)

Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) iktidar, Abu Dabi’nin Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed’in (MbZ) elinde toplanmasından itibaren MbZ ülkenin fiili lideri hâline geldi. New York Times’ın uluslararası muhabiri David Kirkpatrick’in sözleriyle aktarılacak olursa, MbZ aynı zamanda “en güçlü Arap lider” durumunda. Bölgedeki ve dünyadaki birçok aktörün MbZ’nin dış politika kararlarına ilişkin farklı fikirleri olsa da hiç kimse Abu Dabi’nin Veliaht Prensi’nin uluslararası alanda son derece stratejik bir aktör hâline geldiğini inkâr edemiyor.

BAE, 1971 yılında bağımsızlığını kazandıktan sonra, Soğuk Savaş’ın da son yirmi yılında ABD ve Birleşik Krallık ile yakın bir ilişki kurdu. Diğer Körfez devletleri gibi, BAE de Sovyetler Birliği’nin çöküşünden faydalanmak için dış politikasının odağını Moskova yerine Washington olarak belirledi. 1990-1991 Körfez Krizi’nde BAE kuvvetlerinin, ABD ordusunun Irak birliklerini Kuveyt’ten çıkarmasına yardım etmesi Abu Dabi ve Washington arasındaki yakın ilişkiyi daha da kuvvetlendirdi.

On yıl sonra, 11 Eylül saldırılarını gerçekleştiren 17 Arap terörist arasında iki BAE’li de yer alıyordu. BAE’nin Afganistan İslami Emirliği’ni (Taliban rejimi) tanıyan sadece üç devletten biri olmasının yanına böyle bir olgunun eklenmesi, BAE’nin Washington nezdindeki imajını zedeledi. Ayrıca, Dubai’nin terör örgütleri ile olan finansal bağlantıları, ABD’deki bazı odakların BAE’yi paradoksal olarak hem “düşman” hem de stratejik bir askeri ortak olarak görmesine yol açtı. Nitekim bu ilginç dinamik, 2006 yılındaki Dubai Ports World skandalını ortaya çıkardı. Washington’dan bir tepki gelmesinden korkan BAE; askeri faaliyetler, lobicilik ve BAE’nin ileri görüşlü ve aşırılık yanlısı şiddete karşı mücadelenin öncüsü konumundaki modern bir Arap ülkesi olduğu söylemini öne çıkarmak gibi adımlar atarak kendisine dair olumsuz havayı ABD ile bağlarını kuvvetlendireceği bir fırsata dönüştürdü. Sonuç olarak, 11 Eylül saldırıları ile olan ilişkisine dair tartışmalara ve Dubai Ports World skandalına rağmen, Abu Dabi’nin Washington ile olan ilişkisi 2000’li yıllarda, özellikle de askeri alanda, daha da güçlendi.

Ancak son on yıl içerisinde Abu Dabi, Batı’dan daha bağımsız hareket etmeye gayret ediyor. George W. Bush yönetiminin 2003’te Irak’ı işgal etme kararının bölgeyi istikrarsızlaştırıcı etkisinin ve Obama yönetiminin 2011 Arap Baharı ayaklanmalarının ardından Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki olaylara yönelik tepkisinin sonucunda BAE, Washington ve Londra’ya karşı daha geniş bir özerklik elde etti. MbZ; Çin, Rusya ve Hindistan ile olan ilişkilere büyük yatırım yaparak BAE’nin bağımsızlığını güçlendirmeyi başardı. 

Fakat bu durum, Washington ve Abu Dabi’nin hâlâ güçlü bir ilişkiye sahip olmadığı anlamına gelmiyor. Tam tersine ABD ve BAE, MbZ’nin özel bir ilişkiye sahip olduğu Başkan Donald Trump ile birçok meselede yakın bir iş birliği yürütüyor. 13 Ağustos’ta gerçekleşen ve Trump’ın Twitter’dan duyurduğu BAE-İsrail ilişkilerinin resmi düzeyde tesis edilmesi, Beyaz Saray ve Abu Dabi’nin ne derecede yakın çalıştığının güçlü bir göstergesi. Arap kamuoyunun çok güçlü bir biçimde Filistin taraftarı olduğu göz önüne alındığında, bu adım BAE’nin liderliğini riske de atan cüretkâr bir hamle. Şüphe yok ki, devletinin Tel Aviv ile resmi düzeyde diplomatik bağlar kuran ilk Körfez İşbirliği Teşkilatı üyesi devlet olması, MbZ’nin Washington’daki imajını ciddi bir şekilde güçlendirecek. Washington’da hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat Partili çevrelerce BAE, İsrail’i cesaretlendirecek ve Tel Aviv’deki yetkilileri Filistinlilere toprak tavizi vermenin Arap devletleri ile resmi diplomatik ilişkiler kurmanın bir ön koşulu olmadığına ikna edecek bu hamleyi yapması sebebiyle büyük övgülere mazhar oluyor. Özellikle, Bahreyn ve Sudan gibi diğer ülkeler de Abu Dabi’nin açtığı yolu izlerlerse bu durum daha da pekişecek.

Öte yandan, her ne kadar medya büyük ölçüde BAE-İsrail ilişkilerine dair son gelişmelere odaklanmış olsa da İsrail-Filistin konusu Orta Doğu’daki tek hassas mesele değil. Arap bölgesindeki diğer çatışma alanları hususunda, BAE’nin kendi çıkarlarını daha büyük bir özgüvenle savunduğu, hatta bazı vakalarda Trump yönetiminin ve ABD diplomatik müesses nizamının çıkarlarına karşı durmak pahasına bunu yaptığı reddedilemez bir gerçek. Abu Dabi ve Washington arasında çıkar çatışması yaşandığını reddetmenin pek kolay olmadığı aşağıdaki dört örnek üzerinden gösterilebilir:

Yemen

BAE, Yemen’in güneyinde Güney Yemen’in bağımsız bir ulus devlet olarak yeniden kurulmasını hedefleyen ayrılıkçı bir grup olan Güney Geçiş Konseyi’ni (GGK) desteklemektedir. GGK’nin popülaritesi büyük ölçüde, Yemen’in güney eyaletlerinde yaşayan ve Yemen’nin 1990 yılında yeniden birleşmesinin kendi topluluklarının ekonomik, toplumsal ve politik çıkarlarını zedelediğini düşünen kesimin yaşadığı büyük sıkıntıların bir ürünü. Elbette, BAE’nin GGK’yı destekleme tercihinin arkasında yatan kendine özgü motivasyonları var. GGK’ya verilen destek, BAE’nin sadece Yemen’in güneyinde değil, aynı zamanda Doğu Afrika’da Kızıldeniz boyunca daha büyük bir jeopolitik güce sahip olma ve siyasal İslamcı kuvvetleri Arap dünyasından silme hedefleriyle son derece bağlantılı.

Ancak, ABD’nin birleşik bir Yemen’i desteklemesi ve ülkede Kuzey-Güney ayrılığı fikrine karşı olması, Washington ve Abu Dabi’nin Yemen’in güneyine dair farklı bakış açıları ve önceliklerinin olduğunun bir göstergesi. Suudi Arabistan öncülüğündeki Arap koalisyonuna yönelik 2015’ten bu yana devam eden desteğiyle beraber, Washington ve Riyad, Devlet Başkanı Abdurabbu Mansur Hadi’nin hükümetinin (BM’nin meşru hükümet olarak tanıdığı tek odağın) tüm Yemen’i yönetmesini istemekte. Yemen’in kuzeyindeki İran destekli Husi isyancılar ve BAE destekli GGK ise bu hedefi her geçen gün gerçek dışı hale getirmektedir. 29 Temmuz 2020’de Hadi Hükümeti ve GGK, Riyad Anlaşması’nın (“iç savaş içerisindeki iç savaş” sorununun çözümü için Kasım 2019’da imzalandı) uygulanmasını hızlandıracak bir çözüm üzerinde anlaştı. Bu anlaşma GGK’nin Yemen’in güneyinde bağımsız bir devleti yeniden kurma hedefini terk etmesini şart koşuyordu. Ancak, Hadi yanlısı kuvvetlerle GGK kuvvetleri arasında şiddet olaylarının yeniden patlak vermesi kuvvetle muhtemel görünüyor.

Libya

General Halife Hafter’in Libya iç savaşı boyunca sahip olduğu güç büyük ölçüde Abu Dabi’nin kendisine ve yönetimindeki sözde Libya Ulusal Ordusu’na (LUO) verdiği desteğe bağlanabilir. Bu sebeple BAE, Yemen’de olduğu gibi Libya’da da hem ABD’nin hem de BM’nin gayri meşru addettiği devlet dışı bir aktörü desteklemiş oluyor. Dahası, yine Yemen’de olduğu gibi Libya’da da Abu Dabi ülkenin iki parçaya -temel olarak Doğu-Batı şeklinde- bölünmesini (resmi veya gayri resmi şekilde) hedeflediğine dair şüpheler var. Ayrıca, BAE ve Rusya’nın çıkarlarının da ciddi bir şekilde örtüştüğü görülüyor. Moskova’nın Hafter’i ve Wagner Grup’un faaliyetlerini destekleyerek Libya’nın belli kısımlarında kazanımlar elde etmeyi ve nüfuzunu güçlendirmeyi hedeflemesi, Rusya ve BAE’nin Libya ile ilgili birçok meselede aynı gemide yer almasını sağlarken, Abu Dabi ve Washington’un pozisyonlarını birbirinden daha da uzaklaştırdı. 

ABD diplomatik müesses nizamının Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni (UMH) desteklemesiyle birlikte, uluslararası çapta tanınan bu hükümete bağlı birlikler LUO’ya karşı saldırılarını sürdürerek Mısır sınırına doğru ilerliyorlar. Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi’nin UMH yanlısı kuvvetlerin operasyonlarını durdurması için Mısır’ın silahlı kuvvetlerini Libya’ya gönderme tehdidinde bulunması, Washington’u Libya’da Mısır ile Türkiye arasında bir savaş patlak vermesi hususunda endişelendiriyor. Böylece, Washington’daki yetkililer Libya iç savaşının iki tarafında yer alan grupların tavizler vermesini ve uzlaşmasını isterken, ABD diplomatik müesses nizamı içerisinde Abu Dabi ve Riyad’ın, Mısır’ı Türkiye ve UMH yanlısı kuvvetlere karşı tehditlerinde cüretkâr olması için cesaretlendirdiğinde dair kanaat gün geçtikçe artıyor.

Suriye

Suriye hükümeti askeri alanda zafer ilân etmiş olsa da Şam hâlâ Arap Ligi’nden dışlanmış durumda ve Batılı devletlerin çoğu Suriye ile resmi ilişkileri yeniden kurmayı reddediyor. Ancak Arap devletleri arasında, hatta daha önce Baas rejimi karşıtı isyanları destekleyen yönetimlerce dahi Şam ile ilişkileri yeniden normalleştirmeye yönelik genel bir eğilim mevcut. Bu gayretlerin başını çeken Arap devleti olarak BAE, Suriye’nin bölgenin diplomatik denklemine yeniden dahil olmasını Abu Dabi’nin jeopolitik ve ideolojik ajandaları için faydalı görüyor ve BAE, Suriye’yi Türkiye, Katar ve Müslüman Kardeşler karşıtı Arap devletleri bloğuna dahil etmeye çalışıyor.

Ancak BAE, Esed’in “meşruiyetini” yeniden kabul etmek istese de Trump yönetimi ve Washington’daki dış politikayı yürüten müesses nizam aynı hisleri paylaşmıyor. ABD, Arap hükümetleri üzerinde Suriye ile ilişkilerin yeniden normalleşmesine karşı baskı uygularken, Caesar Yasası’nın uygulamaya konmasıyla altı çizildiği üzere, Esed hükümetine ve Esed’in Arap/İslam dünyasında oynaması gereken role dair birbirinden ayrılan görüşler, Washington ile Abu Dabi arasındaki gerilimin bir diğer kaynağı hâline geliyor.

Katar

9 Temmuz’da Fox News “BAE’nin Katar ablukasını sona erdirecek ve ABD’nin Orta Doğu’daki çıkarlarına hizmet edecek Körfez içi uzlaşıyı engellediği söyleniyor” başlıklı bir yazı yayımladı. Yazıda BAE’nin ABD tarafından hazırlanan ve Qatar Airways’in Suudi Arabistan ve BAE hava sahalarına yeniden girmesine müsaade ederek Katar’a uygulanan ablukayı hafifletmesi beklenen anlaşmayı engellediği söyleniyordu. Eğer bu haber doğruysa, BAE’nin Washington’ın Körfez İşbirliği Teşkilâtı’nı (KİK) çözüme yöneltme anlamında etkili bir rol oynamasını engellemek için nüfuzunu kullanması anlamlı olacaktır.  

Öte yandan, Trump yönetiminin de kani olduğu üzere, ABD’nin çıkarları dördüncü yılına giren bu Arap husumetinden olumsuz etkilenmekte. Beyaz Saray’ın bakış açısına göre Washington, İran’ın dış politikası ile mücadele edebilmek için tüm altı KİK devletiyle beraber hareket etmeli. Dolayısıyla, ABD’nin Körfez’deki Arap müttefikleri arasındaki bu uyuşmazlık, Trump yönetiminin İran’ı olabildiğince izole etme ve sıkıştırma çabalarına zarar vermekte. 26 Temmuz’da, ABD’nin İran Özel Temsilcisi, Doha’nın üst düzey diplomatıyla yaptığı toplantıdan sonra Körfez krizi hakkında konuşarak şunları söyledi: “Uyuşmazlık çok uzun süredir devam etmekte ve bu durum istikrara, refaha ve güvenliğe dair hepimizin ortak bölgesel çıkarlarına zarar veriyor.” Açıktır ki, Abu Dabi kaynaklı bir fikir olan Katar’a ambargo uygulaması, Orta Doğu’da Washington ve Abu Dabi’deki karar alıcıların birbiriyle aynı fikirde olmadığı birkaç mühim meseleden biri.

Çok Kutuplu Bir Dünyada Abu Dabi 
ABD ve BAE’nin kökleri on yıllar önceye dayanan ve terörle mücadele, yatırım, diplomasi, teknoloji, eğitim, kültür vb. birçok alanı kapsayan iş birliğinden doğan özel bir ilişkiye sahip oldukları muhakkak. 1990’ların başından bu yana, diğer beş KİK üyesi gibi BAE de ABD’nin güvenlik şemsiyesinin altında yer aldı ve bunun yakında değişeceğini düşünmek neredeyse imkânsız. Öte yandan, söz konusu ikili ilişkinin on, yirmi veya otuz yıl önceye göre daha eşit ve dengeli bir hâle geleceği de tartışmasız bir gerçek.

Her geçen gün çok kutuplu hâle gelen bir dünyada, BAE dış politikada “önlemini alarak” Abu Dabi’nin müttefikler, ortaklar ve dostlar ağını çeşitlendiren bir politika izliyor. Bu da devletin tek bir güç merkezine son derece bağımlı olmasının önünü alıyor. BAE, Çin ve Rusya ile güçlü ortaklıklara ciddi yatırımlar yaparak Washington ile olan ilişkisinde de daha geniş bir nüfuz gücü elde ediyor.

Daha az ölçekte olsa da Hindistan da BAE’nin Batı’dan daha fazla özerklik kazanmasında önemli bir rol oynadı. Orta Doğu dünyadaki güç dağılımının daha dengeli olduğu yeni bir jeopolitik düzene göre şekil alırken, BAE ve diğer KİK üyeleri geçtiğimiz on yılı Hindistan ile daha güçlü ilişkiler geliştirmeye yatırım yaparak harcadı. Abu Dabi-Yeni Delhi ortaklığı, Washington’daki birçok odağın ABD’nin Orta Doğu’dan çekilmesi yahut en azından bölgedeki varlığını kayda değer ölçüde azaltması gerektiğini seslendirmesi karşısında büyük ölçüde ticarete, enerji güvenliğine ve savunmaya odaklandı.

Orta Doğu devletleri içerisinde gün geçtikçe daha sınırlı bir Amerikan nüfuzunun gözlendiği ve bölgede Çin’in, Rusya’nın ve Hindistan’ın gücünü arttırdığı bir dönemde Washington’daki yetkililer, KİK devletlerini ABD çıkarları ile uyumlu hareket etmeye yönlendirme hususunda daha sınırlı imkânlara sahip olmayı kabullendiler. Yemen’in güneyindeki, Libya’nın doğusundaki ve Suriye’deki durumun gözler önüne serdiği üzere Abu Dabi, Orta Doğu’daki dış politikasında Rusya’nın hedeflerine (ABD’nin değil) çok daha yakın bir konumda duruyor. Katar ablukası konusunda ise BAE, hiçbir büyük güç ile yan yana durmayıp, birçok ideolojik boyutu da olan KİK krizinde kendi çıkarlarını gözetiyor.

Trump’ın 2017’de Başkan olmasından bu yana, Orta Doğu‘nun çoğu bölgesinde ABD liderlik rolünden geri çekildi. İlk zamanlardan itibaren Trump’ın dış politikasını etkilemeyi amaçlayan Washington’un en yakın Arap ortaklarından biri BAE oldu. MbZ’nin İran ve başka meselelerdeki görüşleri Trump yönetimiyle son derece uyuştuğu için Beyaz Saray, Washington’ın dış politikasının önemli bir bölümünü ve özellikle de Libya’ya dair kısmını görece istekli bir şekilde BAE’ye devretti. Her ne kadar ABD’nin Orta Doğu bölgesindeki sorumluluklarını yerel aktörlere aktarmak istemesi anlaşılır olsa da, BAE ve Körfez’deki diğer güç odaklarının Trump yönetiminin veya Washington’daki diplomatik müesses nizamın çıkarlarıyla ters düşse dahi kendi çıkarlarını öne çıkarmak istemesi şaşırtıcı olmamalı.