(Bu metin İngilizce orijinal versiyonundan tercüme edilmiştir.)

Bin Ali’nin Tunus’ta ve Mübarek’in Mısır’da birdenbire ve dramatik bir şekilde tahttan indirilmelerinin ardından, daha genç ve sözde daha popüler olan Beşar Esad, kendisinin benzer bir kaderi paylaşma olasılığına alenen karşı çıktı. Daha önceki dengesiz/istikrarsız girişimlerine rağmen karanlık sularda gezinme ve uluslararası toplumla çalışma ilişkilerini sürdürme yeteneğinden emin olan oğul Esad kendini güvende ve hatasız görüyordu. Bu sahte güvenlik duygusu, Suriye’nin en büyük iki kenti olan Şam ve Halep’teki art arda on yıllık pozitif Gayri Safi Yurt İçi Hâsıla’nın (GSYİH) büyümesi ve hane halkı gelirindeki önemli bir artışla da güçlendirildi. Nitekim Esad ve birçok gözlemci için Suriye, Arap ayaklanmalarından muaftı.

Uzaktan bakınca her şey sakin görünüyordu ancak Suriye de dünyayı sarsan siyasi ve sosyal huzursuzluğun nedenleri ile kaynıyordu. Zira Esad’ın Suriye’si modern tarihin en baskıcı ve zalim rejimlerinden biri tarafından yönetiliyordu. Yandaş kapitalizminin saldırgan yükselişi, ekonominin liberalleşmesine eşlik etti ve kamu sektörü, yolsuzluk; himaye ve adam kayırmayla geniş çapta istila edildi. 18 Mart 2011’de geniş bir halk ayaklanmasının patlak vermesi Suriye rejimini şaşırtmış olabilir ancak Suriye halkının büyük bir kısmı aslına bakılırsa 40 yıllık diktatörlüğü ortadan kaldırmak için herhangi bir bahane bekliyordu.

Suriye devrimi, büyük değişim umutlarıyla haysiyet ve özgürlüğün geri kazanılması için bir çığlık olarak başladı. Arap ayaklanmalarının amaçlarına sadık kalan Suriye ayaklanması, demokrasi; hukukun üstünlüğü, servetin adil dağılımı, siyasi katılım/kapsayıcılık ve ayrımcı olmayan etkili bir yönetim çağrısında bulundu. Eylemciler, evrensel değerlerin yeni bir Suriye’nin temeli olabileceğine dair samimi bir inançla, Suriye halkını harekete geçirmek ve uluslararası toplumun desteğini almak için bu değerleri benimsediler. Bunun karşılığında Esad rejimi buna aşırı bir şiddetle karşılık verdi ve mezhepsel bölünmeyi, ideolojik aşırıcılığı ve etnik gerginlikleri ateşlemek için her türlü hileyi denemekten çekinmedi.

Sonuç ise 21. yüzyılın en kanlı çatışmasıydı: Yarım milyon sivil öldürüldü, nüfusun yarısı zorla yerinden edildi ve ülkenin altyapısı bir yıkıntı haline geldi. Suriye devriminin barışçıl bir ayaklanmadan silahlı bir çatışmaya dönüşmesi, Esad’ın tasarlanmış baskıcı tepkisinin ve yabancı aktörlerin bölgesel statükoyu koruma veya değiştirme amaçlı müdahalesinin de bir sonucu oldu. Esad’ın ülke üzerindeki hâkimiyetini sürdürme eğilimi, onu Suriye sınırlarının ötesinde yıkım, kargaşa ve korku arayışına yöneltti. Ancak bu çatışmanın en ağır bedelini masum ve silahsız siviller ödedi.

Çatışma 10. yılına girerken Beşar Esad iktidarda kalmayı başardı. Özgürlük mücadelesi, karmaşık bir bölgesel ve uluslararası güvenlik anlaşmazlığına dönüşerek bölgede dalgalanmaları tetiklemekle kalmadı, Suriye’nin komşu mahallesini de etkiledi ve hatta Avrupa’nın kıyılarına kadar uzandı. Bu yazı, Suriye devriminin geriye dönük bir okumasını ve bugüne kadar zaferini engelleyen ve uzatan ana nedenleri, sonuçlarını ve hâlâ olumlu bir değişim ümit eden Suriye halkına yönelik bir dizi tavsiyeyi sunmaktadır.

Birlik Olamamak

Suriye halkı siyasi hedeflerini ararken cesaret veya kararlılık eksikliği göstermedi. Protestocular birçok kez sokaklara akın ettiler ve şehirlerin ana meydanlarıyla bölgelerini barışçıl bir şekilde ellerinde tutmaya çalıştılar.  Haftalar ilerledikçe rejimin vahşeti arttı; eylemciler ve sıradan vatandaşlar güvenlik güçleri tarafından yakalandıklarında giderek daha fazla işkence ve ölüme maruz kalıyorlardı. Eğitim ve silah eksikliğine rağmen bazı siviller devrimi korumak ve rejimin vatandaşlara yönelik saldırılarını engellemek için silaha sarıldılar. Benzer şekilde, ailelerine yönelik tüm tehlikelere ve tehditlere rağmen subaylar rejimin şiddetini protesto etmek için hem ordudan hem de yönetimden ayrıldı.

Bununla birlikte, bu cesaret ve kararlılık gösterisi güvenilir ve yetenekli bir liderliğin varlığıyla eşleşmedi. Mevcut ve gelişmekte olan aktörler, ideolojik farklılıklarının üstesinden gelemediler ve Esad’a karşı güvenilir bir alternatif sunmak için çok ihtiyaç duyulan bir birlik oluşturamadılar. Kişisel çekişmeler tarafından tüketilen siyasi muhalefeti pekiştirmeye yönelik tüm girişimler, yeterli halk veya uluslararası desteği toplayabileceği kapsayıcı bir proje oluşturmak konusunda yetersiz kaldı. Nitekim muhalefetin anlaşmazlığı, uluslararası toplumun Suriye’deki eylemsizliğini meşrulaştırması için tekrarlanan bir tema ve bahane haline geldi.

Benzer şekilde, bölgesel destekçiler tarafından çelişkili amaçları için teşvik edilen silahlı aktörler, tutarlı bir silahlı direniş geliştirmek yerine elde ettikleri özerkliklerini korumayı tercih ettiler. Yeni kurulan güçler tarafından desteklenen silahlı muhalefet ideolojik hedeflerine erişmek için kendini yetkilendirilmiş hissetti. Gruplar hem Esad güçlerine hem de diğer muhalif gruplara karşı savaş alanına girerken, kendi yönetim ütopyalarını dikte etmeye çalıştılar ve siyasi ve sosyal kazanımlarını korumak için bir kardeşlik çabasına giriştiler. Suriye silahlı muhalefetinin birleşememesi nihayetinde rejim güçlerinin benimsediği muhalefete yardımı olabilecek her şeyi yok etme stratejisine karşı koyamamasına ve 2014 yılında ülkenin yaklaşık %60’ını kontrol eden muhalefetin daha sonra topraklarının büyük bölümünü kaybetmesine yol açtı.

Parçalanmış muhalefet cephesi sadece kendi hareket etme kapasitesini engellemekle kalmadı, aynı zamanda yurtdışı kaynaklı aşırı cihatçı grupların ortaya çıkmasını da teşvik etti. Boşluktan yararlanan El Kaide ve Irak İslam Devleti devrime sızdı ve dünya çapındaki destekçilerini yeni biçimleriyle kendilerine katılmaları için bir araya getirdi. Bu gruplar üstün mali ve örgütsel kapasitelerden yararlanarak Suriye’nin doğusunda güvenli sığınaklar kurdu ve ana akım muhalefeti kovaladı. Sonraları ise Batı Irak’ı işgal edip 2014’te halifelik ilan etti. Cihatçılığın Suriye sahnesindeki yükselişi, Suriye devriminin özgürlük anlatımını çarpıttı ve söylemini onarılamaz bir şekilde değiştirdi.

Ancak kaos, cihatçılara da fayda sağlamadı. Aynı zamanda Türkiye’de zayıflamış olan Kürdistan İşçi Partisi’ni (PKK) Suriye’de yeniden canlanmaya teşvik etti. Rejimin rızasıyla, PKK’nın Suriye’deki kolu Demokratik Birlik Partisi (PYD) Kuzeydoğu Suriye’nin kontrolünü ele geçirdi ve siyasi ortamı daha da karmaşık hâle getiren başka bir yönetim kurdu. PYD’nin güney sınırlarındaki hızlı toprak kazanımı Türkiye’de dalga etkisi yaratarak PKK ile barış sürecini etkin bir şekilde sona erdirdi ve nihayetinde Türk ordusunu çatışmaya müdahale etmeye sevk etti.

Uluslararası Başarısızlıklar

Irak fiyaskosunun ardından Orta Doğu’dan çekilme, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) siyasi söyleminin önemli bir parçası hâline geldi. Batı, Libya’nın aksine Suriye’de pasif bir rol üstlendi. Bir güvenlik boşluğuyla uğraşmaktan korkan ABD’nin ilk stratejisi, çatışmayı ülke sınırları içinde sınırlamak ve Şam’da hızlı ve dramatik bir rejim düşüşünü önlemekten ibaretti. Washington, Paris, Londra ve Berlin devrime siyasi desteklerini dile getirdiler ve Esad’ın ayrılmasını birçok kez talep ettiler ancak hiçbir zaman doğrudan görevden alınmasını sağlamaya çalışmadılar. Batı desteği, çoğunlukla muhalefete sınırlı bir mali yardımdan ve Şam’ı aşırı güç kullanmaktan caydırmak umuduyla “kırmızı çizgiler” çekmekten ibaretti.

Esad’ın 2013 yılında Doğu Guta’da kimyasal silah kullanmasına Obama’nın karşılık vermemesi bu stratejinin başarısızlığını gösterdi. Suriye konusunda iddialı bir duruşun olmayışı, çatışmanın gelişmesi üzerinde muazzam sonuçlar doğurdu. Obama’nın eylemsizliği, kimyasal silahlar karşısında bile hiçbir küresel gücün Esad’a müdahale etmeyeceğine dair güçlü bir işaret olarak algılandı. Sonuç olarak Esad ve müttefikleri daha da küstahlaştı ve aşırılık yanlıları, otoritelerini genişletmek ve savunmak için halkın mağduriyetini kullandı.

Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) yeni kurulan halifeliği, ABD’nin Irak’taki çıkarlarını tehdit etti ve örgüt Avrupa başkentlerine ve Amerikan topraklarına ölümcül saldırılar gerçekleştirdi. Buna karşılık olarak Washington, bu grupla mücadele etmek için uluslararası bir koalisyon kurup, önceki politikasından farklı bir yaklaşımının olduğu işaretini verdi ve yalnızca IŞİD’in ortadan kaldırılmasına odaklandı. Önceliklerin bu şekilde yeniden ayarlanması, ABD’nin IŞİD ile mücadeleye katılımı karşılığında İran’ın bölgesel rolüne daha fazla tolerans göstermesine neden oldu. Ayrıca, terör örgütünü kovalamak için koalisyonla ortak olmaya gönüllü olan PYD’nin önemli ölçüde güçlenmesi de sağlanmış oldu.

Obama yönetimi altında ABD’nin politika değişikliği, İran nükleer anlaşması olan Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nın (KOEP) imzalanmasıyla birleştiğinde, geleneksel müttefikleri tarafından ihanete uğradığını hisseden ve bölgesel siyasi ve güvenlik düzenini şekillendirmede daha belirleyici bir İran rolü riski altında olan Arap Körfezi monarşilerini kızdırdı. Benzer şekilde, ABD’nin PYD’ye verdiği destek de Türkiye’yi uzaklaştırdı ve Washington’un güvenlik kaygılarına karşı duyarsızlığını telafi etmek için Ankara’yı Rusya ile bir güvenlik anlaşması arayışına yöneltti. ABD politikasındaki uyum eksikliği/tutarsızlığı, geleneksel ittifakları bozdu ve bölgesel güçler tarafından yönetilen ve yerel güçler tarafından körüklenen bir vekâlet savaşının yolunu açtı.

Bölgesel Çekişmeler ve Rekabet

Suriye’nin artan istikrarsızlığına tepki olarak, bölgesel aktörler çatışmanın siyasi ve güvenlik neticelerinden doğrudan endişe ediyorlardı. Devam eden olaylardan doğrudan etkilenen İran, Türkiye ve Arap Körfezi ülkeleri, yokluklarının jeopolitik sonuçlarının sürdürülemeyecek kadar maliyetli hâle gelmesiyle savaştaki ayak izlerini artırmak zorunda hissettiler. Devrimci güçlerin destekçileri olarak Türkiye ve Katar için Suriye ayaklanması, Arap ayaklanmaları sonrası popülist yeni bir düzen yaratma ve yönetme fırsatını temsil ediyordu. Suudi Arabistan liderliğindeki petrol zengini Arap monarşilerine gelince, çatışmaya müdahaleleri Suriye’nin İran “koridorunun” bir parçası hâline gelmesini engellemek ve İran’ın Akdeniz bölgesine yayılan güç projeksiyonunu devirmek üzerine kuruluydu. Buna karşılık Tahran, Suriye ayaklanmasını bölgesel varlığı için doğrudan bir tehdit olarak değerlendirdi ve muhalefeti ABD ve diğer Batılı güçlerin ajanları ve bölgesel rakiplerinin maşaları olarak tanımladı.

Nitekim daha evvel adı geçen tüm bölgesel aktörler çatışmanın sonucunu şu veya bu biçimde şekillendirmiştir. Bu aktörlerin böylesi bir rol oynayabilme yetenekleri, Suriye’nin çekişmelerle dolu kutuplaşmış bir bölgedeki stratejik değeri ve jeopolitik kavramı ile kısmen açıklanabilir. Bununla birlikte, karmaşık Suriye demografisi ve dindar- “laik”, Sünni -Alevi ve Arap- Kürt gibi etnik ve dinsel kimlikler arasında sosyal çatlaklar olmasaydı böyle bir etki mümkün olmazdı. Bu bölünmeler genellikle, var olan ve yeni ortaya çıkan bölgesel güçler tarafından ustaca manipüle edildi.

Suriye çatışması iki ana kampla başladı: Muhalefeti destekleyen Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar ile rejimi destekleyen İran ve onun Irak ile Lübnan’daki yerel müttefikleri. Askeri operasyonlar yoğunlaştıkça, bu durum yabancı aktörler arasında yeni ittifaklar ve uyumlar yaratan, onların müdahalelerinin ve hedeflerinin niteliğini değiştiren yeni dinamikler ortaya çıkardı. En önemli olay, 3 Temmuz 2013’teki Mısır darbesiydi. Suriye ile doğrudan ilgili olmasa da bu olay Orta Doğu’da Suudi ve Birleşik Arap Emirlikleri liderliğindeki bir karşı devrimin başladığının sinyallerini verdi. Arap Körfezi monarşileri Suriye çatışmasını İran’a karşı koymak için kullandılar ancak bölgeyi değiştirmeyi vaat eden demokratikleşme dalgasına karşı da çok temkinli davrandılar. Bu korkular, Türkiye ve Katar’ın devrimci hareketlerle daha uyumlu görünmesiyle arttı ve bu da Riyad’ın Arap Sünni devletlerinin liderliğini tehdit etti. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Suriye’de olası bir muhalefet zaferini öngördü ve desteklerini muhalefeti kutuplaştıran ve Esad’a karşı birleşik duruşu zayıflatan uygun gruplara yönlendirdi.

Esad’ın Sadık Müttefikleri

Esad, muhalefetin üstesinden gelmek için çatışmanın başlangıcından itibaren dış yardıma güvenme konusunda güçlü bir arzu sergiledi. Rejim, sahadaki kayıplarını telafi etmek için dışarıdan askeri ve istihbari yardım aldı ve sonunda yabancı birliklerin kendi kuvvetleriyle birlikte savaşmasına izin verdi. Raporlar, Esad’ın 2011’in başlarında, rejime mali yardım sağlamak ve esas olarak rejim güçlerini protestoları kontrol altına alma konusunda eğitmek için danışmanlık rolünde İran’dan teknik yardım talep ettiğini öne sürüyor.

İran’ın Beşar Esad’ı iktidarda tutma çabaları, 2013 yılında Suriye muhalefetinin ülkenin kuzey ve orta bölgelerindeki hızlı ilerlemesinden sonra önemli ölçüde arttı. Muhalefetin zaferini önlemek için İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (IRGC) yüzlerce uzmanı ve ekipmanı Suriye’ye konuşlandırıldı. İran, Lübnanlı; Iraklı, Afganistanlı ve Pakistanlı militanları Suriye’ye taşıdı ve rejime sadık Suriyeli grupların oluşumunu teşvik etti. Trump’ın seçilmesi ve ABD’nin Tahran’a yönelik politikasının yeni hâli de İran’ın Esad’ı destekleme yeteneğine katkı sundu. Mali açıdan yeni yaptırımlar İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun Suriye’deki askeri harcamaları sürdürme kapasitesini engelledi ve Kasım Süleymani suikastı da İran destekli milisleri önemli ölçüde sarstı. Bununla birlikte Tahran, tüm zorluklara rağmen rejime sadık kaldı ve desteğini sürdürdü ki bu destek olmasaydı Esad şimdiye kadar hayatta kalamazdı.

Bu destek seviyesi, Rusya’nın havacılık ve askeri uzmanlarının Suriye ordusu ve İran destekli milisler arasındaki kayıpları telafi etmek için devreye girdiği Eylül 2015’te arttı ve bu da onların dayanmalarına ve sonunda muhalefetin askeri kazanımlarını tersine çevirmelerine olanak tanıdı. Rusya’nın Esad’a verdiği ilk diplomatik destek, NATO’nun Libya’daki “ihanet” algısından sonra, uluslararası statüsünü koruma ihtiyacından kaynaklanıyordu. Daha önce Esad’ın düşüşünü önlemekle uğraşan Putin, çatışmayı Rusya’nın Orta Doğu’daki rolünü güçlendirmek için bir fırsat olarak gördü ve 2015’ten itibaren Suriye rejimine olan desteğini artırdı.

Rusya’nın müdahalesi Suriye çatışmasında bir dönüm noktası teşkil etmiş ve teorik olarak rejimin değişimine yabancıların dâhil olma olasılıklarını sona erdirmiştir. Moskova’nın Esad’a olan bağlılığı onu rakiplerine karşı daha güçlü bir konuma getirmiştir. Suriye rejiminin şu anki hedefi, otoritesini ulusal olarak yeniden pekiştirmek ve uluslararası alanda Esad’ın itibarının iade edilmesini sağlamaktır. Moskova şüphesiz, Esad’ın çabalarını yaygınlaştırmada şimdiye kadar önemli bir rol oynadı.

Diplomasi ve askeri gücün bir karışımını kullanan Rusya, kendisini ABD’nin geri çekilmesi ve tepkisizliğinin görünüşte daha güvenilir bir ikamesi olarak gösterdi. Washington’un jeopolitik ve güvenlik hedeflerine olan ilgisizliğinden rahatsız olan ABD’nin Orta Doğu’daki geleneksel müttefikleri, Suriye’deki endişelerini gidermek için yönlerini Moskova’ya çevirdi. Rus liderliği bu hedefe ulaşmak için Suriye sorunundaki yük paylaşımı ve Rusya’nın bölgedeki yeni rolünün tanınması karşılığında bazı bölgesel güçlerin Suriye’deki taleplerini karşılamaya açık görünmektedir. Moskova’nın başkalarını Suriye’nin siyasi ve güvenliğine yönelik yeni düzenine dâhil etme politikası, bölge başkentlerinin Esad’a dair yaklaşımlarını yeniden gözden geçirmelerine de yol açıyor. Gelinen noktada Rusya her zamankinden daha fazla Suriye’de müzakere edilecek güç gibi görünüyor.

Etkisi Zayıflamış Diplomasi

Çatışmanın sivillerin hayatı ve bölge güvenliği üzerindeki etkisi fark edilince, devrimin patlak vermesinden sadece birkaç hafta sonra Arap Birliği ve BM’nin müdahalesi söz konusu oldu. BM Güvenlik Konseyi, 2011 yılından bu yana ateşkesleri uygulamak, siyasi müzakereler için bir çerçeve belirlemek, şiddet eylemlerini kınamak ve sınır ötesi insani yardıma izin vermek için 42 karar çıkardı. Rusya ve Çin 16 konsey kararını veto etti ve Esad’ı suçlarından sorumlu tutmaya yönelik tüm girişimleri engelledi. Kabul edilen 26 kararda, BM kuruluşlarına sadece muhalefetin kontrolündeki sınır kapılarından yardım ulaştırılması için geçici istisnaların verilmesi sağlandı.

2011’den bu yana, Suriye’deki arabuluculuk Cenevre’deki BM destekli görüşmeler ile Rusya, Türkiye ve İran’ın sponsorluğundaki Astana Süreci olmak üzere iki ana girişim tarafından şekillendirildi. Cenevre ve Astana’da tekrarlanan toplantılarda barış süreci şeklen gündemde tutulurken, siyasi çözüm için önemli bir ilerleme kaydedilmedi. Kofi Annan, Lakhdar Ibrahimi, Staffan de Mistura ve Geir Otto Pedersen gibi tecrübeli diplomatlar, Şam’ı ve Suriye muhalefetini çatışmaya son vermeye ikna etmek için art arda görevler üstlendiler. Ancak buradaki tartışmalarda, temel konularla ciddi bir şekilde ilgilenmek yerine, formaliteler ve politik tavırlarla meşgul olundu.

Muhalefet daha makul olduğunu kanıtlasa da Esad, bedeli ne olursa olsun güç kullanma konusundaki kararlılığını ve takıntısını sürdürdü. Nitekim Suriye rejimi, bu tür müzakereleri Suriye muhalefetinin tanınması olarak algıladığı için çatışmayı sona erdirmek adına ciddi ve güvenilir bir müzakereye girişme konusunda büyük bir isteksizlik göstermiştir. Dahası, Şam hiçbir zaman müzakerenin bir geçiş hükümeti kurmak olan birincil hedefini uygulamamıştır.

Esad, iktidarının baki olmasının Suriye devletinin tartışmasız ve bölünmemiş kontrolünü sürdürmeye bağlı olduğuna inanmaktadır. Esad, böylesi bir kontrolün uluslararası toplumu alçak politika, güvenlik düzenlemeleri ve ekonomik konularda onunla etkileşime girmeye zorlayacağına ve sonuç itibarıyla bunun uluslararası arenada itibarının iade edilmesini sağlayacağına inanıyor. Rejim, herhangi bir siyasi çözümü meşruiyetine ve nihayetinde doğrudan varlığına yönelik bir tehdit olarak algılamaktadır.

Buna karşılık, ABD ve AB ülkeleri kararlı müdahale eksikliğini rejime yaptırım uygulayarak telafi ettiler. Mevcut yaptırımlar, Suriyeli yetkililerle çalışan bireylere, teknokratlara ve iş ağlarına odaklanmaktadır. Yaptırımlarla rejimde davranış değişikliği başlatmak amaçlanmaktadır. Öte yandan, rejimin ekonomiyi kontrol etme kapasitesi son derece sağlam kalırken yaptırımlar daha fazla sivili yoksulluk sınırının altına itmiştir.

Hızlı Çözüm Yok

Suriye halkının Esad rejiminin baskısına karşı, temsili ve seçilmiş bir hükümet talep etmek için sokaklara dökülmesinin üzerinden on yıl geçti. Suriye çatışmasından doğan uzun vadeli siyaset, güvenlik ve ekonomi alanlarında görülen krizin nedenleri arasında; benzeri görülmemiş rejim şiddeti, beceriksiz ve örgütlenmemiş bir muhalefet, aşırılık yanlılarının yükselişi, uluslararası toplumun müdahale edememesi ve bölgesel çekişmeler yatmaktadır.

Esad’a güvenilir bir alternatif oluşturma arayışı, güvenlik tehditleri nedeniyle bir dizi geçici ve çelişkili düzenlemeye dönüştü. Çatışmaların çözülmesine yönelik siyasi çerçeve, mültecilerin dönüşü, terör örgütlerine karşı mücadele ve yaptırımların kaldırılmasını şart koşan teknik görüşmelere indirgenmiştir.

Suriye halkının öncelikli endişeleri de değişmiştir. Mevcut ihtiyaçları; normalleşmeyi yeniden tesis etmek, geçim kaynaklarını geri kazanmak ve kan dökülmesini durdurmaktır ancak ne pahasına olursa olsun değil. İstikrarsız uluslararası destek yüzünden anlamlı siyasi değişim ertelenebilir, ancak Suriye devrimini motive eden nedenler hâlâ ayakta ve belki daha da ağırlaştı. Sürdürülebilir, barışçıl bir çözüm oluşturmanın tek garantisi, nihayetinde her ikisi de Esad’ın ayrılmasını gerektiren adil bir geçiş dönemine ve makul bir yönetime bağlıdır.

Bu arada Suriye halkı, şu anki acılarını ve ihtiyaçlarını gidermek için ivedi ve kaçınılmaz bir müdahaleyi hak ediyor. Çatışmalarda son zamanlarda yaşanan düşüş, Türkiye ve İran’ın yanı sıra hem ABD hem de Rusya’yı da içeren ve desteklenen sürdürülebilir bir ateşkese dönüştürülmelidir. Böyle bir anlaşmayı güçlendirmek için, fiili yetki devri, yerel toplulukların katılımını sağlarken yabancı aktörlerin Suriye’deki çıkarlarını koruyan gerçekçi bir adem-i merkeziyetçi yönetim yapısına dönüştürülmelidir.

Son olarak, rejim kontrolündeki bölgelerde yaşayan Suriye halkının korkunç ekonomik durumu, acılarını hafifletmek için toplu bir uluslararası tepkiyi gerekli kılıyor. Ancak ABD ve AB, yaptırımları kaldırarak Esad’a yeni yaşam desteği sunmak yerine, BM’yi Suriye’de daha kalıcı bir rol üstlenmeye zorlamalı. BM yardımı, rejimin savaş makinesi tarafından evlerinden çıkmaya zorlanan kadınlar, çocuklar ve ülke içinde yerinden edilmiş milyonlarca kişi dâhil olmak üzere yalnızca en savunmasız bireylere fayda sağlamalıdır. Suriye bataklığının hızlı bir çözümü yok ancak Esad’ın bu zafiyeti kendisini rehabilite etmek için kullanmasına müsaade edilmemelidir.