(Bu metin İngilizce orijinal versiyonundan tercüme edilmiştir.)

Son Amerikan askeri 30 Ağustos’ta Afganistan’ı terk ettiğinde dünya ABD dış politikasının Ortadoğu ve Orta Asya’daki son yenilgilerinden birine tanık oldu. ABD’nin demokratik ve liberal bir devletmiş gibi oluşturmaya çalıştığı imajı girişimi başarısız oldu. Afganistan’dan çekilmenin ardından Başkan Joe Biden, Amerika’nın Afganistan’daki misyonunun ülkeye demokrasi veya liberal düzen yaymak değil terörle mücadele olduğunu açıkladı. Başkanın Afganistan’a değerler temelli müdahaleyi önemsiz göstermeye çalışması ABD’nin zayıflayan liberal müdahaleci politikasının en yeni kanıtı ve liberal hegemonyanın düşüşünün açık bir işareti. Fakat bu düşüş demokratik değerler, insan hakları, serbest ticaret ve karşılıklı bağımlılık ilkeleri üzerine kurulmuş küresel liberal düzenin çöktüğü anlamına gelmiyor. Liberal düzen ABD dış politikasının esas çerçevesi olmaya devam edecek.

Ancak Washington’daki karar alıcılar liberal müdahalecilikten (örneğin liberal olmayan rejimleri devirip yerlerine liberal ilkeleri benimseyen ve insan haklarına saygı duyan rejimler koymaktan) özellikle de Çin ve Rusya gibi yükselen güçlerin meydan okumasına karşılık olarak realist bir dış politikaya kayıyor. Bu yeni perspektif kayması birbiriyle bağlantılı ve iç içe üç alanda uluslararası siyasete yansıyacak: güç dengesi, silahlanma yarışı ve ittifakların yeniden tanımlanması ki bunlar realizmin temel ilkeleri olarak görülebilir.

Küresel Siyasette Liberal Düzen

Değerlere dayalı liberal düzenin ilk modern versiyonunun Avrupa’da Napolyon savaşlarından sonra hayata geçtiği savunulabilir. Yaygın adıyla Avrupa Uyumu liberal düzenin kurucu ilkelerinin bazılarını yansıttı çünkü rakip devletler genel istikrarı mutabakat ve ortak değerler zemininde buluşma ile sürdürmeye çalıştı. Kissinger’ın savunduğu gibi sadece fiziksel değil ahlaki de bir denge vardı. Güç ve adalet sürdürülebilir uyumda bulunuyordu. Bu dönüşümün ilk sonucu güç kullanımında gözle görülür bir azalma yaşanmasıydı.[i]

Avrupa Uyumu yaklaşık yüz yıl boyunca Avrupa’da barışı korumayı başardı. Kırım savaşı gibi birkaç küçük savaş dışında Birinci Dünya Savaşı’na kadar Avrupa’da büyük güçler arasında hiçbir büyük savaş yaşanmadı. Fakat kısa sürede savaşın küllerinden uluslararası liberal düzenin ikinci aşaması doğacaktı.

Birinci Dünya Savaşından bezmiş Avrupa çok geçmeden okyanusun ötesinden yeni bir güç, Amerika Birleşik Devletleri, tarafından kuşatılacaktı. ABD Başkanı Woodrow Wilson, beraberinde insan hakları ve demokratik kurumların merkezi bir yer kapladığı yeni bir liberal düzen görüşünü getirerek Atlantik’i geçti. Wilson, Avrupa’nın kurduğu uluslararası düzene içkin güç dengesi ve silahlanma yarışının savaşı kaçınılmaz kıldığına inanıyordu. Buna çare olarak devletlerin kendi iç ve uluslararası davranışlarına yaptırımı olan yasal kısıtlamalar konmasını kabul ettiği bir düzen inşa etmeyi önerdi.

Bu çabalar Versay Anlaşması’nda Milletler Cemiyeti doğurdu. Wilson Cemiyet’in devletlerin aralarındaki ihtilafları mutabakatla çözmek için başvurdukları bir kuruluş olmasını istiyordu. Ancak barışçıl liberal düzenin ütopik hayaliyle hareket eden adam Amerikalı yurttaşlarını izolasyonculuğu bırakıp ABD’nin Cemiyet’in bir üyesi olmasını sağlayacak Versay Anlaşmasını onaylamaya ikna edemeden nihayet kederinden ölecekti.

Bununla beraber Franklin D. Roosevelt’in iktidara gelmesi ve yıkıcı İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle Wilsoncu dünya düzeni nihayet o günden bu yana uluslararası ilişkilere yön veren ilkeleri kâğıda döktü. Bu düzen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yankı buldu ve Birleşmiş Milletler, Uluslararası Adalet Divanı ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumların belirlediği kurallara göre yürütüldü.[ii] Liberal düzen ‘devletler çıkarlarını iş birliği ve karşılıklı yardım aracılığıyla gütmeli’ şiarına dayanıyor.

Liberal filozoflar demokratik değerlerle özgürlük, iş birliği, karşılıklı bağımlılık, insan hakları ve serbest ticaret düzeni gibi liberal ilkeleri yaymanın uluslararası sistemi devletlerin ihtilafları çözmede ulus üstü bağlayıcı kanunlar ve müzakere edilmiş normları referans aldığı bir uluslararası topluma dönüştüreceğine inanıyordu.

İkinci Dünya Savaşından hemen sonra patlak veren Soğuk Savaş liberal düzenin güçlendirip yayılması ihtiyacını pekiştirdi. Tüm Soğuk Savaş boyunca Amerikan dış politikasını tanımlayan ve Sovyetler Birliği’ni kuşatıp komünizmle veya Başkan Ronald Reagan’ın tabiriyle “Şeytan İmparatorluğu” ile mücadele etmeyi amaçlayan yaygın adıyla çevreleme politikası, dünyanın önde gelen liberal demokrasilerinin birlikte çalışıp koalisyonlarla sabitlenmiş çok taraflı iş birliği sayesinde serbest ve açık bir sistemi sürdürmesi için proaktif bir politika gerektiriyordu.

Liberal Hegemonya

Soğuk Savaş’ın bitip Sovyetler Birliği’nin çökmesi liberal an, liberal değerlerin ve demokrasinin totaliteryenizme galebe çaldığı tarihin sonu anı olarak tanımlandı. George H. W. Bush ve Clinton yönetimleri “yeni bir düzeni;” kendi kaderini tayin etmenin, ülkeler arasında ve içinde hukukun üstünlüğü, liberal ekonomiler ve insan haklarını korumanın hâkim olduğu bir düzen kurmak için uğraşacaktı. Küresel düzen sadece tek bir hegemonik süper gücün hâkim olduğu tek kutuplu bir sisteme dönüştü. Modern tarihte ilk defa ABD liberal değerler altında dünyayı şekillendirmek için tam yetkiye sahip olmuştu. O dönemde Rusya yeni liberal dalgaya meydan okuyamayacak kadar zayıftı, Çin ise hala Mao’nun Büyük İleri Atılımının yarattığı krizden çıkmaya çalışıyordu. İşte bu “liberal hegemonya” anıydı çünkü Washington’daki elitler liberal hegemonyayı olabildiğince çok ülkeyi liberal demokrasiye dönüştürürken açık bir uluslararası ekonomiyi teşvik edip heybetli uluslararası kurumlar kurmak için hırslı bir strateji olarak benimsemişti. Özünde ABD dünyayı kendi suretinde yeniden kurma girişiminde bulundu.[iii]

İkinci Dünya Savaşından sonra Batı Avrupa’yı komünizmin pençesine düşmekten kurtarmak için tasarlanan hırslı Marshall Planı’na benzer bir şekilde ABD ve Avrupa Birliği doğuya doğru genişleyip eski Sovyet eyaletleri olan Doğu Avrupa devletlerini Batı’nın nüfuz alanına katmak için acele etti. Üstelik ABD, Polonya gibi daha önce komünist etki alanına tabi birçok ülkeyi katmak için Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü’nün (NATO) şemsiyesini hızla genişletti. Bu hamleler Putin iktidara geldiğinde karşılık verecek özgüveni kazanan Rusya’yı kızdırdı. Bu politika zamanla yüzlerce ölüm ve kayba neden olup Avrupa’nın tüm güvenlik ve istikrarını tehlikeye atan Ukrayna krizinin patlak vermesine yol açtı.

Genel anlamda liberal ilkeler ve demokratikleşme bu politikanın arkasındaki itici güçtü. “Demokratik barış” gibi bazı düşünceler ciddi ivme kazandığından siyasal elitler Batı’nın güvenlik ve istikrarını sürdürmenin yegâne yolunun insan hakları ilkesi ve liberal normların yayılmasından geçtiğine inandı. Bu inanç, demokratik ve liberal devletlerin birbirleriyle savaşmadığı, aksine barış içinde bir arada yaşayıp anlaşmazlıklarını çözdüğü inancı olan “demokratik barış teorisine” dayanıyordu.

ABD Afganistan ve Irak’ta savaş açmayı meşrulaştırmak için de aynı liberal klişeleri kullandı. 11 Eylül saldırıları ABD’nin gurur ve onurunu sarsıp intikam duygusunu kabartsa da söylemlerinde hala liberalizm güdümündeki dış politika hakimdi. İşgalleri temellendirmek için kullanılan temel anlatı Afganistan ve Irak halklarının Saddam gibi tiranların ve radikal İslamcıların demir pençesinden kurtarılmasıydı. Fakat Irak savaşının liberal hegemonyanın tabutuna çakılan ilk çivi olduğu savunulabilir. Bush yönetiminin “ya yanımızda ya karşımızdasınız” yaklaşımı ABD’nin on yıllarca inşa etmeye çalıştığı çok taraflılık ilkesini mahvedip Washington’ı savaşı reddeden Fransa ve Almanya gibi en yakın müttefiklerinden bazılarıyla da karşı karşıya getirdi.

ABD Dış Politikası: Liberal Müdahalecilikten Kopuş

2003 Irak savaşının yanı sıra birkaç başka faktör de liberal hegemonyanın zayıflamasına katkıda bulundu: Çin ve Rusya gibi liberal olmayan ülkelerin uluslararası arenadaki yükselişi ve dikkat çekici ekonomik ve siyasal başarıları, küresel terörizmin yükselişi ve 2008 küresel finans krizi ve korona virüsü pandemisi gibi ulus aşırı krizlerin yayılması. Trump’ın 2016 seçimlerindeki zaferi ve Britanya’nın Avrupa Birliği’nden çıkmasının (Brexit) sadece en bilinen göstergeleri olduğu popülizmin küresel yükselişi de bunlara eklendi. Popülistlerin gündeminin başında yer alan politikanın duvarlar inşa edip izolasyon ve korumacılığı teşvik ederek ülkelerinin liberal siyasi geleneğinden kopmak olduğunu söylemeye gerek yok.

Dahası, liberal düzenin kusurları liberal devletlerin küresel ısınma gibi çarpıcı küresel krizlerden bazılarını veya dezenformasyon kampanyaları ve yalan haber gibi ileri teknolojik gelişmelerin sonuçlarına cevap vermek için koordinasyon ve iş birliği yapamamasına yansıdı.  Fakat çok şaşırtıcı bir şekilde bu liberal rejimler Arap ayaklanmalarından sonra Mısır ve Tunus gibi üçüncü dünya ülkelerindeki yeni demokratikleşme süreçlerini desteklemedi. Mesela çoğu Batılı liberal güç Mısır’da serbest ve adil seçimlerle seçilen cumhurbaşkanına düzenlenen 2013 askeri darbesini tanıyıp düpedüz ikiyüzlülük içinde güvenliklerini liberal ilkelere önceledi.

Liberal hegemonyanın bu gerilemesi Obama’nın “arkadan liderlik etme politikası” [iv] ve İran’ın nükleer programına ilişkin Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) veya iklim değişikliğiyle mücadele hakkındaki Paris Anlaşması gibi birçok uluslararası anlaşmadan çeken Trump’ın ulusal izolasyonculuğunda görülebilirdi.

Aynı şekilde ABD’nin yakın dönemde Afganistan’dan ayrılması da liberal hegemonyanın düşüşü ve liberalizmin Amerikan dış politika önceliklerinde ikinci sıraya gerileyebileceğinin son kanıtı olarak anlaşılabilir. Başkan Biden’ın Afganistan savaşının sona ermesi hakkında yaptığı üç bin kelimelik açıklamada liberalizm, demokrasi veya ilgili başka hiçbir kelime yer almıyordu.[v] Biden’ın son konuşmalarında defalarca savunulduğu gibi ABD’nin güç kullanmak için tek bir nedeni vardı: “11 Eylül’de bize saldıran teröristleri haklamak” ve “Afganistan’ın ABD’ye karşı saldırılar yapılabilecek bir üs olmasını engellemek için terör tehdidini azaltmak.”[vi] Bu hedefe ulaşıldığında artık ABD’nin savaşmak için bir sebebi kalmamıştı. Batı tarzı bir demokraside mi yoksa Taliban yönetimi altında mı yaşayacakları kararı dahil “sadece Afgan halkı kendi geleceği hakkında karar verebilirdi.”[vii]

Dahası, Biden’ın konuşması ABD dış politikasının üç alanını orta vadede kapsayacak temel varsayımlara işaret ediyor. Birincisi, ABD değerleri dış politikasının arkasındaki itici güç olmaktan çıkaracak. İkincisi, terörle mücadelede askeri kara operasyonlarını tamamen bırakıp yerine sofistike ölümcül insansız hava araçlarıyla nokta atışı askeri operasyonları kullanacak. Son olarak, güçlerini Çin ve bir dereceye kadar Rusya’nın oluşturduğu hayati tehditle yüzleşmek için yeniden konuşlandıracak. Biden konuşmasında dünyanın ABD’nin Çin ile ciddi bir rekabete girdiği ve Rusya’nın birçok cephedeki meydan okumaları ve siber saldırılar ve nükleer silahlanmayla mücadele ettiği sürekli değişimlerini kabul ediyordu.

Post-liberal Hegemonya Düzeni

Bu varsayımlar değer ve ilkeler yerine salt güç ve stratejik değerlendirmelerin küresel rekabetin odak noktası olduğu öngörülebilir uluslararası düzenin yeni yapısı işlevi görebilir. Gerçekleşirse bu hipotez liberalizmin realizme teslim olduğu anlamına gelir.

Fakat realist dünya düzeni büyük güçler arasında çatışma ve savaşı kaçınılmaz kılmıyor. Nitekim Soğuk Savaş da ABD ile Sovyetler Birliği arasında doğrudan bir savaş yaşanmadan sona ermişti. Buradaki mesele yeni dünya düzeninin dürtülerinin savaşlarla ilgili olmayacağıdır. Başka bir deyişle savaşlar her dünya düzeninin iskeleti olmaya devam edecek ama farklı olan büyük güçlerin savaşları nasıl gördüğü olacak. En azından ABD için savaşlar artık rejimleri değiştirmek veya zorla demokrasi dayatmak için değil yükselen güçlere kendi küresel liderliğine meydan okuma şansı tanımamak için olacak. Her ne kadar ABD öncü liberal süper güç olarak kalacak olsa da sahadaki hamlelerini veya güç gösterilerini motive eden liberal saikler olmayacak.

Genel anlamda yeni küresel düzenin net sınırlarını tayin etmek için henüz çok erken. BM Genel Sekreteri António Guterres’in uyardığı gibi Çin ile ABD arasındaki rekabet “Soğuk Savaş’tan çok daha az tahmin edilebilir.” Bu tahmin edilemezliğin nedenlerinden biri Batı’nın kendisinden, özellikle de Batı’nın üstünlüğünü dünyaya dayatmasından bu yana ilk kez Avrupa dışı bir yükselen güçle karşılaşan ABD’den kaynaklanıyor. Mesela Batı’nın Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı uyguladığı çevreleme politikası Çin’e karşı işe verimli olmayabilir. Bir yandan Çin’in Sovyetler Birliği’nin yaptığı gibi başkalarına dayatmaya çalıştığı katı bir siyasi ideolojisi yok. Öte yandan yılın çoğu zamanı donmuş denizler nedeniyle karayla çevrili kalan Sovyetler Birliği’nin aksine Çin’in denizlere serbest merkezi erişimi var.

Yine de büyük güç rekabetinin yeni oyunu, sadece devletin büyüklüğü, küresel sistemdeki konumu ve askeri ve ekonomik güçlerinin büyüklüğü gibi temel noktaları hesaba katan bazı reel politik ilkelere taze kan sağlayabilir. Bu da ideolojik görüşlerin veya ahlaki öncüllerin artık uluslararası jeopolitik satranç tahtasında birer öncelik olmayacağı anlamına geliyor.

Genel olarak yeni büyük güç oyunu birbiriyle bağlantılı ve iç içe olan üç alana dayanacak: güç dengesi, silahlanma yarışı ve ittifakların yeniden tanımlanması ki bunlar realizmin temel ilkeleri olarak görülebilir.

Güç dengesi ilkesi uzun bir süre realist teorinin devletler arası ilişkilerin dinamiklerini anlamada en önemli sütunlarından biri olageldi. Daha önce kavram, Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra tartışmasız tek bir süper güç olduğu için ihtişamını biraz kaybetti. Bugün uluslararası sistemdeki güç dengesinde köklü bir değişim var. Çin’in nüfuzunda kararlı bir yükselişe tanık oluyoruz. Aynı zamanda Rusya ister Avrupa (Ukrayna krizi), Ortadoğu (Suriye krizi) veya Afrika (Libya) olsun dünyanın birçok bölgesinde müdahil olmaya başladı. Bu güçlerin yükselişi ABD’nin uluslararası sistem üzerindeki hegemonyasına köklü bir meydan okuma teşkil ediyor ve bu da onu küresel liderliğine meydan okuyan bu yükselen güçlere karşı güç dengesi ilkesine göre hareket etmeye zorluyor.

Bu gelişmeler karşısında büyük güçler ittifaklarını güçlendirme yoluna gidecek. İttifaklar kurma güç dengesi oyununun ilk adımıdır. Güneydoğu Asya’da gördüğümüz gibi çok kutuplu bir bölgesel sistemde büyük güçler herhangi bir ülkenin mutlak hegemon seviyesine ulaşmasını engelleme ilkesiyle hareket edecek. Burada ABD’nin son nükleer denizaltı anlaşmasıyla Avustralya ile olan ilişkisini nasıl pekiştirmeye çalıştığını görüyoruz. ABD’nin Japonya ve Güney Kore gibi geleneksel müttefikleriyle arasındaki güveni onarması gerekecek. Aynı zamanda Endonezya[viii]  gibi çekimser güçlere kendi çabalarına katılsınlar diye yeniden güven vermeye çalışacak. Bu hamleler hiç kuşkusuz ABD’ye karşı hamle yapacak olan Çin’i rahatsız edecek. Çin ayrıca Tayvan’ı anavatanına ilhak edip Güney Çin Denizi’ndeki yapay adaları üzerindeki hakimiyetini genişleterek önleyici saldırı stratejisine başvurabilir.

Gruplaşma ve yeniden gruplaşma süreci küresel sistem içerisindeki güvensizliği pekiştirir. Bu yüzden ülkeler beka için kendi imkanlarına dayanmaya çalışır. En uyumlunun ayakta kaldığı bir sistemde her devlet başta sert güçle ilgili olanlar olmak üzere kendi güç kaynaklarını güçlendirmeyi amaçlayacak. Sert güç kapsamında devletler nükleer güç mühimmatlarını geliştirecek ki bu da bizi dengeleyici nükleer güçler dönemine geri götürebilir. Yine de bu sefer yeni atom devri çok daha fazla sayıda nükleer güç içeriyor ki bu da insan hayatına benzeri görülmemiş bir tehlike arz ediyor. Şu an sadece Asya’da Çin, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore olmak üzere dört nükleer güç var ve Japonya ve Avustralya gibi diğer güçler de bu kulübe girmeye hazırlanıyor. Çok kutuplu bir nükleer güçler sisteminde silahlanma yarışının nasıl görüneceğini ancak hayal edebiliriz.

Aynı sebeple rakip süper güçler keskin güçlerini güçlendirecek. Keskin güç derken özel olarak yapay zekâ ve bilgi teknolojileriyle gelişen güce atıf yapıyorum. Önümüzdeki on yılda daha fazla siber saldırı, yapay zekayla geliştirilmiş saldırılar ve SİHA ve diğer insansız araçların kullanımına tanık olacağız. Başka bir deyişle gelecek savaşlar siber alan ve uzayda gerçekleşecek. Günümüz siyasi elitlerinin kullandığı söylemlere hızlıca bir göz atmak savaş ve rekabetin yeni alanlarının önemini anlamak için yeterli: sık sık siber savaş ve yapay zekayla donanmış makinelerden gelecekteki savaş tehlikelerine ilişkin kaygıları arasında bahsediyorlar. Aslında hepimiz kaygılanmalıyız. Yeni nesil savaşların devletlerin güvenliğine oluşturduğu gerçek tehlikeyi kavramak için İsrail’in İran’ın en önemli nükleer bilimcilerinden birine yapay zekayla güçlendirilmiş bir araçla nasıl suikast düzenlediğine bakmak yeterli olacaktır.[ix] 

Günün sonunda ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi iki boyutlu bir eğilimi yansıttı. Birincisi, bu çekilme ABD’nin temelde Soğuk Savaş’ın bitiminde benimsediği bir strateji olan liberal müdahaleciliğin gerilemesinin son kanıtı. İkincisi, ABD küresel stratejisini uluslararası arenadaki gelişmelere uyumlu hale getirmek için yeniden düzenliyor. Bu strateji esas olarak, başta Çin olmak üzere Amerika’nın uluslararası liderliğine gerçek bir meydan okuma teşkil eden yükselen güçleri çevrelemektir. Fakat liberal hegemonyanın gerilemesi ABD’nin liberalizmi bir gecede terk edeceği anlamına gelmiyor. Liberal değerler etkin kalıp liberal güçlerin dış politikasını şekillendirmede önemli bir rol oynamaya devam edecek. Yine de bu, çok kutuplu bir dünyanın reel politik ihtiyaçlarıyla giderek törpülenen bir liberalizm olacak.

Referanslar

[i] Henry Kissinger, Diplomacy (1994). s. 82.

[ii] G. John Ikenberry, “The Next Liberal Order The Age of Contagion Demands More Internationalism, Not Less,” Foregin Affairs, Temmuz/Ağustos 2020.

[iii] John J. Marsheimer, The Great Delusion: Liberal Dreams and International Realities (ABD: Yale University Press).

[iv] Charles Krauthammer, “The Obama doctrine: Leading from behind,” Washington Post, 28 Ağustos 2011.

https://www.washingtonpost.com/opinions/the-obama-doctrine-leading-from-behind/2011/04/28/AFBCy18E_story.html

[v] Remarks by President Biden on the End of the War in Afghanistan, Beyaz Saray, 31 Ağustos 2021.  https://www.whitehouse.gov/briefing-room/speeches-remarks/2021/08/31/remarks-by-president-biden-on-the-end-of-the-war-in-afghanistan/

[vi] Remarks by President Biden on the Drawdown of U.S. Forces in Afghanistan, Beyaz Saray, 8 Temmuz 2021.

[vii] Joshua Shifrinson ve Stephen Wertheim, “Biden the Realist The President’s Foreign Policy Doctrine Has Been Hiding in Plain Sight,” Foregin Affairs, 9 Eylül 2021. https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2021-09-09/biden-realist

[viii] Evan A. Laksmana, “Indonesia Unprepared as Great Powers Clash in Indo-Pacific,” Foreign Policy,

26 Ağustos 2021. https://foreignpolicy.com/2021/08/26/indonesia-china-us-geopolitics/

[ix] Ronen Bergman ve Farnaz Fassihi, “The Scientist and the A.I.-Assisted, Remote-Control Killing,” NYT. 18 Eylül 2021. https://www.nytimes.com/2021/09/18/world/middleeast/iran-nuclear-fakhrizadeh-assassination-israel.html