Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) geçtiğimiz aylarda Türkiye’yle yaşanan normalleşmenin ardından tekrar gündeme geldi. BAE Türkiye ve diğer bölge ülkeleriyle dalgalı devam eden ilişkileriyle ön plana çıksa da Arap Baharı sonrası politikaları dış politika yapısı ve tutumu hakkında önemli ipuçları sunuyor. Bu noktada, 2017 Körfez Krizi ve normalleşme politikaları BAE dış politikasına dair neler söylüyor sorusu, hem Emirliklerin Türkiye ile olan ilişkilerini anlamak hem de BAE politikasında yaşanan dönüşümleri görmek adına önemli bir bakış açısı oluşturabilir.

Şeyh Zayid’in Kurucu Prensipleri

BAE dış politikasının Arap Baharı süreciyle dönüşmeye başlamasından önce de belli temel özellikleri ön plana çıkıyordu. Bunlardan ilki, Şeyh Zayid’in henüz Emirlikler resmen federal bir yapı haline gelmeden önce hayatta kalma ve siyasi olarak tanınma etrafında kurduğu ince denge. Şeyh Zayid bu hassas dengeyi hem henüz yeni yeni siyasi arenaya giren bir devlet olarak İngiltere’nin- ve kısmen Suudi Arabistan’ın- peşine takılma politikası takip ederek hem de Arap siyasetini önceleyerek yönetti.

BAE’nin federal bir yapı olarak dış politika inşa etmeye başlaması da bu dengeye mümkün olduğu kadar çok ve kapsamlı iş birliği yapma stratejisini ekledi. Bu esnada BAE, Umman, Suudi Arabistan ve İran’la sınır sorunları yaşarken dengeleme ve güç biriktirme siyasetini eş zamanlı yürüttü. O nedenle, şu an BAE’nin yüklendiği riskli politikaların aksine, Şeyh Zayid yılları, Arap devletlerinin sorunlarına destek ve Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KİK) gibi oluşumlara katılarak iş birliğini artırma ve temelde dış politikada kapasite inşası süreci olarak okunabilir.

Şeyh Zayid’in kurucu yıllarında ön plana çıkan bu unsurlar hâlen kullanılmakla beraber, BAE için öncelikler ve liderler değiştikçe dış politika yöntemleri de evrildi. Günümüzde, Emirliklerin federal yapısı- karar mekanizmasında da belirleyici olduğu üzere- dış politikasındaki dinamikleri etkileyen ilk unsurlardan biri. Abu Dabi, Dubai, Acman, Füceyre, Resü’l Hayme, Şarika ve Ümmü’l Kayveyn isimli yedi küçük emirlikten oluşan BAE, 1971’den bu yana Abu Dabi ve Dubai’nin domine ettiği bir dış politika çizgisinde devam ediyordu.

Merkezileşen Dış Politika

Arap Baharı sonrası süreçte, bölgedeki tehditlerin artması ve BAE’nin Libya ve Yemen’de doğrudan askeri müdahalelerle; Mısır ve Suriye’de siyasi ve ekonomik yardımla, Katar krizinde ise eşi görülmemiş bir bölgesel önderlikle ön plana çıkması, zaten merkezileşmiş ve federal yapı içindeki diğer emirlikleri kısmen izole eden dış politika mekanizmasını güçlendirdi. Diğer bir deyişle, BAE dış politikası daha çok Abu Dabi hanedanlığını temsil eden Al-Nahyan ailesinin ve görece daha kısıtlı olsa da Dubaili El-Mektumların himayesine girdi.

Bu merkezileşme ve dış politikanın daha küçük bir grubun elinde olmasına iki temel örnek durum gösterilebilir. İlki, geçtiğimiz hafta üvey kardeşi Şeyh Halife’nin vefatıyla BAE liderliğine geçen Şeyh Muhammed Bin Zayid’in (nam-ı diğer MBZ) Arap Baharı sonrasında güçlendirdiği siyasal İslam karşıtlığı. BAE’nin günümüzde Abu Dabi ve Dubai temsilinin ön planda olmasıyla seküler ve milli değerlere odaklanan bir söylemi olsa da diğer emirlikler hem toplumsal-dini yapı olarak muhafazakâr değerleri korumayı hedefleyen hem de siyasal İslami gruplarla sorunları olmayan liderler tarafından yönetiliyor. Örneğin, Şarika emirliğinin hanedanlığından isimler bile Müslüman Kardeşler’e mensubiyetlerini açıkça ifade ediyorlardı. Bu emirliklerde, Müslüman Kardeşler aktif faaliyet yürütüyordu. Fakat, MBZ’nin hem ulusal hem bölgesel manada başlattığı siyasal İslam karşıtlığı ve Müslüman Kardeşler Hareketi’ni ve onunla bağlantılı bütün alt grupları terör örgütü ilan etmesi, bu denli kritik bir kararın ancak ve ancak merkezi unsurlarca alınabileceğine örnek oluşturdu.

İkinci durum ise, BAE’nin Yemen’de 2015’ten bugüne sürdürdüğü askeri müdahale. Yemen’deki siyasi tansiyon, iç savaşa evrildikten sonra İran’ın bölgedeki gücünü artırması ve Al-Nahyan ailesinin güney Yemen’le soy bağının olmasıyla, Abu Dabi’nin önderlik ettiği ağır bir askeri girişim başladı. Suudi Arabistan asıl askeri operasyonu başlatsa da BAE başlarda parçası olduğu bu müdahalede Suudi Arabistan’la fikir ayrılıkları yaşadı. Kendi askeri konuşlanmasını ve siyasi rolünü operasyonun başlangıçtaki hedeflerinden ve tutumundan ayırarak, Yemen’in siyasi bütünlüğünü desteklemeyi bıraktı. Aynı zamanda Yemen’deki girişimini Afrika Boynuzu’ndaki gücünü de kapsayacak şekilde artırdı. Bu aktif askeri angajman esnasında, BAE’deki diğer emirliklerin vatandaşları şehit oldular ve elbette askeri harcamalara diğer emirlikler de katkıda bulundular. Abu Dabi ve Dubai en varlıklı emirlikler oldukları için, sınır ötesi askeri görevleri tercih eden BAE’liler genelde daha yoksul emirliklerin vatandaşları. O nedenle, Yemen müdahalesindeki kayıplar toplumsal bir gerginlik yaratmaya başladı ve askeri müdahale Abu Dabi’nin tercihi ve inisiyatifi olarak BAE tarihinde yerini aldı. Dubai-Abu Dabi arasında Yemen’e bu denli bir askeri müdahalenin ayrıca bir gerginlik oluşturduğu da farklı taraflarca ifade ediliyor. Zira Şeyh Muhammed bin Raşid El-Mektum için bölgede siyasi rol almak önemli olsa da Dubai’nin yönetim modeli daha yumuşak gücü ve yatırım politikalarını önceliyor. Bu nedenle, Emirlikler’in hâlen devam eden Yemen müdahalesi BAE’nin merkeziyetçi dış politikasına anahtar bir örnek.

MBZ’nin Bölgesel Tutumuna Yön Veren Dört Temel Unsur

BAE dış politikasının üzerine inşa edildiği hassas dengelere ve federal yönetime ek olarak, 2017 Körfez krizi ve Suriye, İsrail, Katar ve Türkiye ile yürütülen normalleşme politikaları dört temel özellikte birleşiyorlar. Birincisi, Arap ayaklanmalarının ilk gününden itibaren Emirlikler’in bu siyasi rüzgâra tavrı değişime karşı statükoyu savunmak oldu. Burada bahsedilen değişim, BAE ve Suudi Arabistan’ın içinde bulunduğu, kısıtlı fakat iç politikada kârlı reformlar değil; bölgesel dengeleri etkilemesi muhtemel sistemsel/yapısal değişiklikler. Örneğin, yarım asırdır devam eden askeri otoriter yönetimlerin yerini siyasal İslamcı fakat demokrasi yanlısı grupların alması. Benzer şekilde, mezhep söylemlerinin yerini anayasal düzenlemelerle belirlenmiş yahut ekonomik çıkarların ve istikrarın önemsendiği geçici ya da kalıcı diyalog süreçlerinin alması. Temelde, İran’ın Arap Baharı sonrası iç savaşa dönüşen toplumsal isyanlara doğrudan dahil olmasından önce Suriye, Mısır, Tunus, Libya ve Yemen gibi pek çok örnekte bu iki unsur statüko ve değişim yanlılarını karşı karşıya getirirken, BAE dış politikası, sistemi olduğu haliyle korumayı tercih etti.

İkincisi, özellikle BAE’nin Yemen’de, İsrail’le normalleşmesinde ve Katar’a uyguladığı ambargoda kullandığı stratejileri ve sonuçlarını düşündüğümüzde, Orta Doğu bölgesel ilişkilerine hâkim hegemonyanın aksine, ona tamamen karşı da çıkmadan alternatif hegemonik formasyonlar inşa etmesi. Diğer bir deyişle, BAE, Suudi Arabistan’ı Yemen’de desteklerken, aynı savaşta kendi paralel hegemonya projesiyle bir manevra alanı oluşturdu. Bu durum, Katar’la oldukça benzer bir yapıda olmasına rağmen, Katar’dan kendisini fay hatlarıyla ayıracak başka bir hegemonya mücadelesine girmesiyle eş zamanlı oldu. O nedenle ikinci unsur, BAE’nin bölgede birbirinden bağımsız ve temelde BAE’nin ulusal çıkarlarına endeksli hegemonya mücadelelerine girmesidir. Türkiye ile çatışması ve İsrail’le turizm ve ekonomi anlaşmaları yapması ve bir yandan Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman’ın yeni oluşan tutumlarını destekleyerek geleneksel BAE politikasını da ihmal etmemesi paralel hegemonyalar inşa ederken, bölgenin asıl hâkim temsilcisiyle de barışık bir süreçte olmasına neden oldu.

Üçüncü unsur, aslında ilk iki stratejiyi neden tercih ettiğini açıklayan, şemsiye bir tutum: pragmatizm. BAE, 1950’lerden sonra yaşadığı ani ekonomik gelişme ile nasıl Müslüman Kardeşler üyelerini Arap dünyasının dört bir yanından çağırıp, güvenilir ve kalifiye oldukları için onlar üzerine bir insan sermayesi kurduysa, siyasal istikrarı riske girdiği an daha seküler motivasyonlarla bir siyasal İslam anti-tezi oluşturdu. İlk aşamada kalifiye beyaz yakalılarla ülkedeki pek çok bakanlığın ve kurumun alt yapısı kurulurken siyasi akıl nasıl İslamcı değildi ise, günümüzde de siyasal İslam’a karşı açılan savaşta da aslında amaç sürdürülebilir bir hakimiyete sahip olmak. BAE stratejilerine yerleşmiş bu faydacılık, kısa zamanda kalkınmış ve kısıtlı siyasi/askeri gücü olan bir küçük devlet için oldukça uygun. O nedenle, benzer reaksiyonları dış politikada da İsrail’i ve Suriye’yi izole etmenin verdiği kullanışsız ekonomik zorlukları aşmak ve Türkiye ile devam eden ama belli bir fayda sağlamayan tansiyonu düşürmek için de kullandı.

BAE dış politikasının son yıllardaki hamleleriyle perçinlenen son özelliği ise esnek ve dönüşmeye açık yapısı. Bu durum, hem Orta Doğu’nun bir alt uluslararası sistem olarak sürekli dönüşmesiyle hem de BAE’nin temelde bir ekonomik güç olmasıyla yakından ilgili. Siyasi elitlerin, ellerindeki kaynakları rantiye siyasal yapıları içinde kullanışlı ve istikrar vaat edecek biçimde kullanırken, esnek bir tutum içinde olmalarını ve kazanmalarını sağlıyor. Elbette siyasi zümrenin küçük ve karar mekanizmasındaki kişilerin demokratik sistemlerin aksine sorgulanmıyor olması da bu esnekliğin nedenlerinden.

Birleşik Arap Emirlikleri, yumuşak gücü, askeri müdahaleleri, ekonomik ve siyasi hamleleriyle dünya ve Türkiye için kritik bir devlet. Önümüzdeki yıllarda Suriye, Yemen ve Libya’da devam eden rolüyle dış politikasında yeni unsurlar görebiliriz fakat şu an uygulanan stratejileri bu dört temel yapıda özetlenebilir. MBZ’nin de fiili başkanlık sürecinden sıyrılıp ülkenin gerçek tek adamı olması ise, imzasının olduğu dış politika kararlarında yeni girişimler görmemizi sağlayabilir.