8 Ekim 2019 tarihinde; Mısır, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (birçok devlet tarafından resmi olarak Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanınsa da bu yazıda GKRY olarak anılacaktır) Türk hükümetine Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs açıklarında gerçekleştirdiği ve hukuka aykırı olarak niteledikleri sondaj faaliyetlerini durdurma çağrısı yapmıştır. Türkiye ise bu bölgede yaptığı sondaj faaliyetlerinin hukuka aykırı olduğu yönündeki söz konusu iddiaları reddetmektedir.

Medeniyetlerin beşiği olan Doğu Akdeniz havzası, tarih boyunca sayısız politik güç arasındaki sert ihtilaflara tanıklık etmiştir. Bugüne kadar bu gerçek değişmemiştir. Hâlâ bölgesel aktörlerin yanı sıra Doğu Akdeniz’de kendi çıkarlarının peşinde olan küresel güçleri huzursuz eden hayati ihtilaflar mevcuttur. Günümüzdeki en karmaşık ve ateşli ihtilaflardan birisi ise Doğu Akdeniz’e kıyısı olan birçok devletin havzadaki deniz alanları üzerinde birbiriyle çakışan hak iddialarıdır. Özellikle Türkiye, Yunanistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve GKRY’nin karşılıklı hak iddiaları 2019 yılı boyunca büyük bir sürtüşmeye dönüşmüştür.

2019 yılında, Türkiye tarihindeki en büyük deniz tatbikatı olan ve 103 askeri gemi ile birlikte binlerce askerin katılım gösterdiği “Mavi Vatan 2019” tatbikatını gerçekleştirmiştir. Bunu Mısır, Yunan ve GKRY ordularının ortak askeri tatbikatı olan “Medusa 8” izlemiştir. GKRY’nin Türkiye’nin ve KKTC’nin itirazlarını dikkate almaksızın İsrail ve Mısır gibi bazı devletlerle deniz alanı sınırlandırma anlaşmaları yapmasına ve yine Türkiye ile KKTC’nin hak iddia ettiği deniz alanlarında bazı enerji devi şirketlere sondaj ruhsatı verme kararına cevaben, Türk hükümeti Kıbrıs açıklarında bazı keşif ve sondaj faaliyetleri gerçekleştirmeye zaten karar vermişti. Ancak 2019 yazı, Türk bandıralı sondaj gemileri Fatih ve Yavuz’un sırasıyla 3 Mayıs ve 7 Temmuz 2019 tarihlerinde açık denizde sondaj faaliyetlerine başlaması sebebiyle bir kırılma noktası olmuştur. Bu sondaj faaliyetleri, Türk ve KKTC hükümetlerince Türk Petrol Anonim Ortaklığı’na (TPAO) verilen ruhsatlara dayanmaktaydı. Türkiye’nin bu cüretkâr adımları sadece GKRY tarafından değil, Doğu Akdeniz’daki diğer kıyı devletleri ve Avrupa Birliği (AB) ile Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gibi güçler tarafından da tepki ve kınama ile karşılanmıştır. GKRY’nin Kıbrıs Adası’nda tanınan tek hükümet ve AB üyesi olmasından ötürü, AB liderleri, Türkiye’nin sondaj faaliyetlerini hukuka aykırı olarak niteleyen resmi bir bildiri yayımlamıştır. AB, Türkiye’ye karşı bazı yaptırımları da devreye sokarak AB’nin Türkiye’ye olan finansal yardımını azaltmış, havacılık anlaşmasına yönelik müzakereleri askıya almış ve Türkiye ile olan yüksek seviyedeki müzakereleri durdurmuştur. Buna karşılık olarak ise Türk hükümeti, bu yaptırımları “değersiz” gördüğünü ve tüm dış baskılara rağmen kararlı duruşunu sürdüreceğini beyan etmiştir.

Doğu Akdeniz’deki sürtüşmenin hangi noktaya kadar büyüyeceği görülecektir. Ancak şu aşamada çok açık olan bir husus vardır ki bu sürtüşme sadece Kıbrıs sorununa dair güç politikalarının keskin ve endişe verici bir şekilde geriye döndüğünün işaretini vermemekte, aynı zamanda tüm bölgenin güvenliğini tehlikeye atmaktadır. Zira bu ihtilafın yansımaları Mısır, Filistin, İsrail, Lübnan ve Suriye gibi diğer bölgesel aktörleri de etkileyecektir.

“Sondaj İhtilafının” Kısa Tarihi

Söz konusu sürtüşmenin arkasındaki temel sebep, son yıllarda Doğu Akdeniz havzasında büyük petrol ve hidrokarbon sahalarına yönelik keşiflerin artmasıdır. Bu keşifler, Kıbrıs Adası’nın statüsüne dair Türkiye ve Yunanistan gibi ilgili devletlerin ortak bir anlaşmaya varamaması kaynaklı tarihi “Kıbrıs sorununu” yeniden canlandırdığı gibi, bu sorunu adanın kara sınırlarının ötesindeki deniz alanlarına taşımıştır.

Kıbrıs sorununun kökenleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemine uzanmaktadır. Osmanlı, Kıbrıs’ı 1878 yılında Birleşik Krallık’a kiralamıştır. Bundan 82 yıl sonra, 1960 yılında Kıbrıs bağımsız bir ülke olmuştur. Kıbrıs’ın nüfusu Yunanca ve Türkçe konuşan topluluklardan oluşmaktaydı. Bu topluluklar tek bir devlet altında birleşmek için ortak bir anlaşmaya varamamış ve adada iki tarafın milliyetçi grupları arasında patlak veren şiddet olaylarına tanıklık edilmiştir. 1974 yılında Yunanistan’daki cunta askeri darbe yapıp Kıbrıs’ın Yunanistan’ın bir parçası olacak şekilde işgal edilmesi tehlikesi belirdiğinde ise Türk ordusu Kuzey Kıbrıslı Türklerin haklarını korumak üzere askeri müdahalede bulunmuş ve adanın kuzey kısmını işgal etmiştir. Bu müdahale geniş çaplı bir askeri çatışmaya dönüşmüş ve ancak BM destekli bir ateşkes ile sona erebilmiştir. Bu ateşkes uyarınca, adanın ortasından kuzey ve güney kısımlarını bölecek şekilde bir tampon bölge ilân edilmiştir. Sonrasında, kuzey kısımda kurulan hükümet sadece Türkiye tarafından devlet olarak tanınmış, BM Güvenlik Konseyi ve uluslararası toplumun büyük çoğunluğu bu kısmı “Türkiye işgali altındaki Kıbrıs Cumhuriyeti toprakları” olarak tanımıştır. Türkiye ise ileride kurulacak herhangi bir tek hükümet modelinin çatısı altında Kıbrıslı Türklerin adil katılımı ve temsili güvence altına alınmadığı sürece askeri birliklerini adadan çekmeyeceği konusunda ısrarcı olmuştur. Türkiye ve GKRY arasındaki diplomatik ilişkiler o dönemden bu yana kesilmiş durumdadır. Krizi çözmek için günümüze kadar iki taraf arasında birçok müzakere ve BM tarafından birçok girişim gerçekleşmiş ancak başarısız olmuştur.

Böylelikle, Doğu Akdeniz’deki ihtilaf çok katmanlı bir sorundur. Kıbrıs’ın statüsünün tanınmasına dair çatışan görüşlerin Kıbrıs açıklarındaki deniz alanları üzerindeki hak iddiaları üzerinde de bir yansıması vardır, zira uluslararası hukukta şu temel ilke mevcuttur: “Kara denize egemendir ve bu egemenliği kıyıları aracılığıyla sağlar.” Bu da demektir ki KKTC veya GKRY gibi bir siyasi oluşumun tanınması tartışmalı olduğu zaman, bu oluşumların kıyılarının, dolayısıyla o kıyılardan doğacak hakların, kime ait olduğu sorusu da tartışmalı hâle gelmektedir. Türkiye ve KKTC, KKTC’nin kendi egemen haklarına sahip olduğu varsayımıyla hareket ederek, GKRY’nin tüm adayı temsilen diğer kıyı devletlerle olan deniz alanı sınırlandırma anlaşmaları yapmasının ve 2011’den bu yana bazı büyük ABD’li (Noble), İtalyan (ENI), Koreli (KOGAS) enerji şirketlerine hidrokarbon kaynaklarını keşif ve sondaj ruhsatları vermesinin hukuka aykırı olduğunu ısrarla vurgulamaktadır.

İki Tarafın Hukuki Argümanları

Doğu Akdeniz’deki kaynakların paylaşımına ilişkin temel sorun, her bir devletin deniz alanlarının sınırlandırılmasında hangi ilkelerin ve yöntemlerin kullanılacağıdır. Uluslararası deniz hukukuna göre her kıyı devletinin kendi kıyısının açıklarındaki deniz alanları üzerinde egemenliğini ileri sürme hakkı vardır. Bu deniz alanları, her biri farklı nitelikte ve derecede egemen haklar veren karasuları, bitişik bölge, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge (MEB) gibi farklı kategorilerden oluşmaktadır. Elbette, tüm bu alanların uzanabildiği maksimum sınırları mevcuttur. Örneğin, “münhasır ekonomik bölge” bir kıyı devletine kendi kıyılarından itibaren 200 deniz mili (370 kilometre) mesafeyi geçmeyecek alanda denizdeki, deniz yatağındaki ve yeraltındaki kaynaklardan faydalanma hakkı verirken, “kıta sahanlığı” da benzer hakları sadece deniz yatağı ve yeraltı için geçerli olmak üzere vermektedir. Bu sebeple, her bir kıyı devletin bu mesafelerde hak iddia etmesi için yeterli alan yoksa ve hak iddiaları çakışıyorsa, deniz alanlarını sınırlandırma kuralları devreye girmektedir.

Bugün, deniz alanlarını sınırlandırmaya dair kuralların temel kaynakları BM Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS) ve başkaca ilgili uluslararası sözleşmelerdir. İhtilafa düşmüş olan devletlerin uluslararası mahkemelere taşıdıkları davalara ilişkin verilen kararlar da ilgili kurallara ve ilkelere ışık tutmaktadır. Buna göre, deniz alanlarını sınırlandırma vakalarındaki en temel ilke, tüm taraflar için “hakça bir çözüme” ulaşılmasıdır. “Hakça çözüm” her vakaya dair birtakım coğrafi (örneğin; kıyıların yapısı, orantılılık, adaların konumları) ve coğrafi olmayan (örneğin; tarihi haklar, milli güvenlik) koşullara göre belirlenmektedir.

O hâlde, Doğu Akdeniz’de hakça çözümün ne olduğu sorusu masaya yatırılmalıdır. Türkiye’nin bakış açısına göre, Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs açıklarındaki doğal kaynaklar üzerinde GKRY ile aynı şekilde devredilemez ve doğal hakları mevcuttur. GKRY, iki tarafın ortak rızasıyla bir birleşik yönetim tesis edilene kadar “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında tüm adayı temsil etme hakkına sahip değildir. Böyle bir birleşme gerçekleşene kadar, Türkiye, KKTC’yi kendi deniz alanları üzerinde egemen hakları olan, bağımsız bir devlet olarak tanımaktadır. Bu yaklaşımın bir sonucu olarak, Türkiye Eylül 2011’de Doğu Akdeniz’de politik dengeyi sağlamak için KKTC ile yakın iş birliğine girmiş ve iki taraf Kıbrıs adasının kuzeyi ile Türkiye arasında kıta sahanlığı alanlarının sınırını belirleyen bir anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşmayı takiben de TPAO, KKTC’nin deniz alanlarında petrol ve doğalgaz arama ve sondaj yapma konusunda yetkilendirilmiştir.

Öte taraftan, GKRY -ve AB- Kıbrıs’ın kuzeyini hukuka aykırı bir işgal altındaki toprakları olarak nitelemekte ve bu toprakların aslında “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin bir parçası olduğunu, dolayısıyla adanın kuzey kıyılarını çevreleyen deniz alanlarının da “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin deniz alanları” olduğunu ileri sürmektedir. Bu sebeple, GKRY, Türkiye’nin sondaj gemilerini bu alanlara göndermesinin kendi egemenliğinin ihlali olduğunu iddia etmektedir.

Dahası, bir başka husus da KKTC’den bağımsız olarak Türkiye’nin de Doğu Akdeniz’de bazı haklarının olmasıdır. Türkiye henüz münhasır ekonomik bölge ilânında bulunmamış olsa da kara topraklarının doğal uzantısı sayılan ve bu sebeple ilân edilmesi gerekmeyen kıta sahanlığı sayesinde bu haklara sahiptir. Türkiye, GKRY tarafından yabancı şirketlere sondaj ruhsatı verilen bazı alanların Türkiye’nin kıta sahanlığı -ve potansiyel münhasır ekonomik bölgesi- ile çakıştığını öne sürmektedir. Esasında, hakça çözüme dair uluslararası toplumca tanınan ilkeler itibarıyla Türkiye’nin argümanlarının haklılık payı vardır, zira Türkiye’nin Doğu Akdeniz’e olan kıyılarının uzunluğu GKRY’ninkinden çok daha fazladır ve Türkiye kıyılarına yakın olan Yunan adalarının sahip olacakları deniz alanları da Türkiye’nin lehine sınırlı tutulabilecektir. Ancak KKTC’nin tanınması sorunundan ötürü tüm bu standartların ölçümünde neyin referans alınacağı sorusu belirsizliğini korumaktadır.

Picture11 Picture121

Görsel Kaynak: GKRY yetkilileri (Grafik-1) ve TÜDAV (Grafik-2)

Sonuç

Bugün Kıbrıs sorunu, Doğu Akdeniz’deki deniz alanlarının hangi devletin yetkisinde olduğuyla alakalıdır ve sadece BM Barış Gücü birliklerinin nöbet tuttuğu bir yeşil hat ile ikiye bölünmüş bir adanın toprakları ile sınırlı bir sorun değildir. Kıyı devletlerinin Doğu Akdeniz’deki gerilimi yatıştırması ve zengin doğal kaynaklardan ortak bir şekilde ve barışçıl bir ortamda faydalanması için en iyi çözüm, iş birliğine ve uluslararası hukuk kural ve ilkeleriyle uyumlu bir çözüm plânına yol açacak şekilde yapıcı bir diyaloğa girmesidir. Mevcut ihtilafı çözmek için atılacak ilk adım, havzadaki diğer devletlerin haklarını ihlal etmeyecek bir deniz alanlarını sınırlandırma anlaşmasına ulaşmaktır. Eğer taraflar kesin olarak böyle bir anlaşmaya varamazlarsa bile karşılıklı güç gösterisini sürdürmek yerine en azından hukuki yollarla -uluslararası mahkemeler veya tahkim yoluyla- sorunu çözme hususunda anlaşabilirler.

Öte taraftan, herhangi bir şekilde çözüme ulaşana kadar uygulamada bazı kolaylıklar sağlayacak geçici çözüm mekanizmalarını kurmak da mümkündür. “Ortak geliştirme & işletme formülü” bu mekanizmalardan biridir. Esasında, KKTC hükümeti, BM Genel Sekreterliği aracılığıyla Eylül 2011, Eylül 2012 ve Temmuz 2019’da deniz alanlarında iş birliğini öngören üç adet teklif sunmuştur. Bu teklifler Türkiye hükümetince de desteklenmiş ancak GKRY tarafından olumlu karşılanmamıştır.

Şayet taraflar uluslararası hukukun sunduğu çözümler yerine uzlaşmama konusunda uzlaşmaya ve salt güç politikalarını sürdürmeye devam ederlerse, bu tercih hem iki tarafa hem de Doğu Akdeniz’deki devletlerin refah ve güvenliğine zarar verecektir, zira buradaki potansiyel kaynakların verimli ve adil kullanımı imkânsız hâle gelecektir. Örneğin, herhangi bir anlaşmanın sağlanmaması durumunda, Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz kaynaklarını en verimli yol olarak gözüken Türkiye’den geçecek bir boru hattıyla taşıma plânları da suya düşecektir. Dahası, kriz derinleştikçe, bölge dış güçlerin müdahalelerine de daha açık hâle gelecektir. Rusya Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Maria Zakharova’nın AB’nin Türkiye’ye karşı devreye soktuğu yaptırımları sömürge dönemi zihniyetinin ürünleri diye niteleyerek eleştirdiği açıklaması bu bakımdan iyi bir örnek teşkil etmektedir. Bu sebeple, Doğu Akdeniz’deki devletlerin kriz daha da karmaşık bir hâle gelmeden bir anlaşmaya varması çok daha iyi olacaktır. Zamanında atılacak bir adım hâlâ çok şeyi kurtarabilir.