(Bu metin Arapça orijinal versiyonundan tercüme edilmiştir.)

İran’ın mevcut Cumhurbaşkanından ayrı olarak dış politikada geniş bir sabiteler yelpazesi olduğu doğrudur. Ancak aynı zamanda İran İslam Devrimi’nin başarılı olmasından bu yana göreve gelen 8 Cumhurbaşkanında da alamet-i farikalar gözlemlenmiştir.

Hasan Ruhani, iktidara geldiğinde bütün ağırlığıyla önem -belki de öncelik- verdiği Batı ile ilişkileri normalleştirmeye yöneldi. İran’daki ılımlı kanadı gözlemleyenlerden bazıları, İran’ın sorunlarına ilişkin asıl sorunun Batı ile ilişkileri zaviyesinden gelmesi gerektiğini öne sürdü. Bazıları ise İran’ın ekonomik sorunlarının ABD ile ilişkilerde dengeli bir çözüme ulaşılmasına bağlı olduğunu iddia etti. Ruhani yönetimi, Trump tarafından yaptırımlarla ağır bir darbeye maruz kalan bu yöneliminin gölgesinde komşularla etkin bir birliktelik seçeneğine yöneldi. Buna karşılık İran’ın komşu ülkeleri, Trump’ın İran’a düşman politikalarının peşine takılarak farklı siyasi yönelimlere ve gizli olmayan bölgesel emellere sahip bu komşu (İran) ile olan ihtilafların çözümü için Trump’ın bu politikasını bir koz olarak kullandı.

Her ne kadar Körfez ülkelerine yönelik “Umut” girişimi önerilmiş olsa da Ruhani ve ekibi, bunu bir öncelik olarak görmedi. Öyle görülüyor ki, bu mesele Ruhani ile yeni Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi arasındaki temel farklardan birini teşkil edecek. Zira Reisi, henüz seçim kampanyası döneminden itibaren komşu ülkelere önceliğinden bahsetse de Suudi Arabistan’a gönderdiği olumlu mesajlar başta Yemen meselesi olmak üzere iki ülke arasındaki temel anlaşmazlıkların soğukluğunu üzerinde taşımıştı.

Reisi’nin komşu ülkelerle iyi ilişkiler kurma çağrısına ilişkin tartışılması gereken ilk sorun, İran’ın bölgesel nüfuzunu güçlendirmesinin taviz verilemeyecek bir mesele olduğu söylemine ne kadar bağlı kalacağı olabilir.

Reisi’nin Dış Politika İşaretleri

Reisi’nin seçim döneminde girdiği münazaralarda ve seçim sonrası yaptığı açıklamalarda sarf ettiği sözlere geri dönecek olursak, 2017 yılındaki seçim programından farklı söylemler olmadığını görebiliriz. Reisi, hem 2017 hem de 2021’deki seçim programlarında dış politika bağlamında İran Devrim Lideri Ayetullah Ali Hamaney’in ilkeleri çerçevesinde kalın hatlar çizdi.

  • İran’ın bölgesel nüfuzuna ilişkin olarak İbrahim Reisi’nin takındığı tavrı aşağıdaki noktalarla özetleyebiliriz:
  • İran’ın bölgesel nüfuzu, İslam Devrimi’nin aynasıdır.
  • İran’ın bölgesel nüfuzu, ulusal güvenliğine katkı sağlamıştır.
  • İran’ın güvenlik ve refahının garantisi olan bu nüfuz, savaşın gölgesini İran halkının üzerinden almıştır.
  • İran’ın caydırıcı gücü (füze programları dahil) müzakere konusu edilemez.
  • ABD ve Batılı ülkeleri müzakere masasına oturtan şey İran’ın bu caydırıcı gücüdür.
  • İran’ın bölgesel güç ve nüfuzu, bölgedeki istikrarı destekleyen bir etmendir.
  • Bu güç ve nüfuz, “Tekfirci teröre” karşı mücadelede önemli bir kozdur.
  • İran, bölgesel iş birliği ve toptan güvenlik için gelecek her türlü yardımı memnuniyetle karşılayacaktır.

İran ve Körfez ülkeleri arasındaki İran’ın bölgesel nüfuzuna ilişkin görüş farklarını görmemiz için yukarıda dikkat çektiğimiz noktalar daha detaylı analiz yapmaya gerek bırakmayacak kadar açık. İran’ın istikrar etmenleri olarak gördüğü olguları, Körfez ve Arap ülkeleri ile uluslararası güçler, gerginlik ve şiddetin sebebi olarak görmektedir. Özet olarak Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman, İran’ı jeo-siyasi kuşatma altına almayı ve İran’a karşı caydırıcı bir toplu güç oluşturmayı hedefliyor. Suudi Arabistan’daki lider kadro içinde İsrail ile normalleşmeye ilişkin bölünmeler yaşanmasına rağmen İsrail de manzaranın dışında değil.

Öte yandan Ruhani’nin ekibi Batı ülkeleriyle yapılacak bir nükleer anlaşmanın İran ile Suudi Arabistan arasındaki gerilimi düşüreceğine inanıyordu. Ancak bu gerçekleşmedi ve Suudi Arabistan, Husileri kullanan İran’ı savaşı topraklarına taşımakla tehdit etti. Muhammed Bin Selman, 2018 yılında Wall Street Journal’a verdiği bir röportajda İran’a yönelik baskı ve yaptırımları arttırmaktan bahsetti. Bunun savaştan kaçmak için gerekli olduğunu belirterek, “Eğer bu konuda başarısız olursak, muhtemelen 10-15 yıl içinde İran ile savaşa gireriz” demişti.

Suudi Arabistan, en önemlisi “İran nüfuzunun bir örneğini yok etmek” olan bir dizi sebepten dolayı Yemen’e yöneldi. Ancak, Yemen’de başlattığı Kararlılık Fırtınası Operasyonu’nun hiçbir hedefi gerçekleşmedi. Özellikle İran ile ilgili kısımda “Ensarullah” yenilgiye uğratılamadı. Bu yönelim, İran ile Suudi Arabistan arasındaki gerilimi daha da arttırdı. Riyad, Yemen bataklığında batmaya ve yükselen Husi tehdidi ile karşı karşıya kalmaya başladı. Belki de bu meydan okuma Muhammed Bin Selman’ı söylemlerini değiştirmeye ve 6 yıl sonra özel bir komşu devlet olan İran ile iyi ilişkiler kurma çağrısı yapmaya itti.

Binaenaleyh ortak çıkarlar ile ekonomik ve güvenlik engelleri kısmen de olsa aralarındaki sorunu çözmek için İran ve Suudi Arabistan’ı müzakere masasına oturmaya devam etmek zorunda bırakabilir.

ABD Faktörü Etkisizleştirilebilir Mi?

Seçilmiş İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Katar Emiri Temim Bin Hammad es-Sani ile gerçekleştirdiği bir telefon görüşmesinde “Toptan güvenlik” kavramının, yönetimi açısından “Bölgesel dış politikasının” temel taşını oluşturduğunu söyledi. Zira “Toplu güvenlik” kavramı, bölgeye “Barış ve istikrar”, bölge halklarına da “Huzur ve kalkınma” getirebilir.

Körfez ülkeleri açısından “Toplu güvenlik” kavramı, yeni bir olgu değil, İran’ın bu anlamdaki teklifi ise tek değil aksine bundan başka örnekler de bulunmaktadır. Güvenlik, bu ülkeler arasındaki ortak bir unsurdur. Toplu güvenlik kavramı, bütün ülkelerin güvenilirlik olmasa da bazı taahhütlerini yerine getirmesi üzerine yoğunlaşmaktadır.

İbrahim Reisi’nin görüşünden toplu güvenlik kavramının, “İran’ın komşularıyla olan ilişkilerine yabancı müdahaleyi sıfıra indirmek” olduğunu anlıyoruz. Bu tavır sadece Reisi’ye özgü değil, İran dış politikasının sabitelerinden biridir. Daha önce Ruhani de Körfez ülkelerine yabancı müdahalesi olmaksızın kendi güvenliğini kendi sağlama çağrısı yapmıştı. Bu durum Körfez gibi ABD’nin kendi topraklarından sonra en fazla kuvvet barındırdığı ikinci merkez konumunda olan bir bölge için bunun ne kadar mümkün olduğunu düşündürmektedir. Zira aynı zamanda Tahran ve Washington arasındaki kriz de devam etmektedir.

Bu durum İran’ın ilan edilmiş ABD kuvvetlerini bölgeden çıkarmak hedefiyle temelden bağlantılıdır. Tahran, bu hedefini 2020 yılında gerçekleşen Kasım Süleymani suikastından sonra ilan etmişti. Bu sebeple söz konusu hedef, Reisi’nin komşularla güçlü ilişkiler kurma çalışmalarında istikrar ve güvenliği olmazsa olmaz bir şart hâline getirmektedir.

İsrail Faktörü

“Bölgedeki yabancı güç varlığını” azaltmanın önündeki engeller, sadece Batılı ülkelerle sınırlı kalmıyor. Körfez bölgesine başta Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile normalleşme kapısından giren İsrail de İran’ın güvenlik endişelerini güçlendiriyor. Bu sebeple İran, Körfez ülkelerini yükselen bir güvenlik tehdidi olarak görmekte, dolayısıyla bu yaklaşımın, İsrail’in bölgedeki etkinliği artıkça “Toptan güvenlik” kavramını yutması beklenmektedir.

İran’ın Körfez’deki başlıca ekonomik ortaklarından biri olan BAE, Tahran açısından yaptırımların getirdiği ekonomik etkilere karşı mücadele etmenin kullanışlı bir aracı olmuştur. BAE’nin İsrail ile normalleşmeye yönelmesinin özellikle ekonomik çıkarlar konusunda olmak üzere İran ile ilişkilerini nasıl etkileyeceğine dair bir soru daha önce ortaya atılmıştı. Buna İran Devrim Rehberi Ali Hamaney’in cevabı ekonomik çıkarlar, İran’ın yüksek stratejik çıkarlarına öncelenmek zorunda değil şeklinde olmuştu. Bu sebeple ekonomik yeterliliğine dair şüpheler, İran’ı Körfez’de yükselen İsrail varlığını görmezden gelmek zorunda bırakırken, İsrail ise İran’ı kendi ayağına sıkmaya mecbur bırakmaya ve bu yolla ülkeyi dizginlemeye çalışmaktadır.

Güvenlik tehdidinin artması, İran’ın bölgesel nüfuzunu güçlendirecek ve Kudüs Tugayları gibi İran tarafından kullanılan gruplar ile bu grupların resmi kurumlarla olan uyumunun güçlendirilmesi konusu İran’ın meseleye bakışında merkezi bir noktada tutulacaktır.

Sonuç

Komşularla iyi ilişkiler söylemi, gerçekleştirilmesi mümkün ve gerek ekonomik olarak çökmüş İran açısından gerekse Körfez’deki komşuları açısından içinde barındırdığı zorluklarla birlikte ihtiyaç duyulan bir meseledir.

Bu durum İbrahim Reisi açısından ise bu konuda öncelik olarak ilan ettiği Suudi Arabistan’a dair bu yönde atacağı cüretkâr bir adım atma gerekliliğini doğurmaktadır. Bu adım, Yemen’de bir çözüm oluşturacak ve belki de paralel söylem ve politikalardan kurtulmak için meselenin tek bir tarafa bırakılmasını beraberinde getirecektir. Ayrıca komşulara yönelik yürütülen politikalar hususunda da iç mutabakatı sağlayacaktır. Her ne kadar İran’ın bölgedeki nüfuzundan vazgeçmesi imkânsız olsa da bu nüfuzu daha aklı başında kullanması ve çeşitli açılardan değerlendirmesi mümkündür. Diğer ülkelerin ise İran’a olağandışı bir devlet muamelesi yapma politikalarını yumuşatmaları akıllıca olabilir. Bu noktada, İran gibi büyük bir tarihsel ve coğrafi derinliğe sahip bir ülkeye karşı mücadele etmek için işgalci İsrail’in vücuda getirdiği asıl “olağandışından” yardım almak en büyük hata olabilir.