(Bu metin Arapça orijinal versiyonundan tercüme edilmiştir.)

Hiç şüphesiz Türkiye’nin İdlib’deki askeri varlığı Rusya ile Türkiye arasında varılan uzlaşıya bağlıdır. 5 Mart 2020’de Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında imzalanan ve resmi olarak “2018 Soçi Anlaşması Ek Protokolü” olarak adlandırılan bu uzlaşı, kırılgan olmasına ve maddelerinin uygulanmasında yaşanan zorluklara rağmen yaklaşık 20 aydır devam ediyor. Uzlaşı, ateşkesin yanı sıra, Lazkiye’yi İdlib üzerinden Esed rejimi kontrolündeki Halep kırsalıyla bağlayan M4 otoyolunun kuzey ve güneyinde 6 kilometrelik güvenli geçiş bölgesi oluşturulmasını, yine M4 otoyolu üzerinde 15 Mart’tan itibaren Türk-Rus kuvvetlerinin ortak devriye icra etmesini ve uluslararası terör örgütleri listesinde bulunan silahlı gruplara karşı mücadele edilmesini öngörüyordu.

Uzlaşı, İdlib’in güneyindeki Belyun beldesi yakınlarında bulunan bir Türk üssünü hedef alan ve 36 Türk askerinin yaşamını yitirmesine sebep olan saldırının getirdiği gerilimin ardından hayata geçirilmişti. Türkiye, bu saldırıya karşılık Esed rejimi ve İran’a bağlı militanlara yönelik şiddetli bombardımanlar düzenlemiş ve bu bombardımanda Lübnan Hizbullahı da büyük kayıplar vermişti. Türk ordusu ayrıca, muhalif grupların İdlib’in doğusundaki stratejik Neyrab beldesini ele geçirmesine yardım etmek için bölgeye çok sayıda asker göndermişti. Muhalif gruplar, her ne kadar Neyrab beldesini ele geçirse de M4 ve M5 otoyollarının birleştiği stratejik bir noktada bulunan Serakib beldesini Rusya’nın yoğun hava saldırıları ve Esed rejimi ile İran’a bağlı militanların geniş alanlardan gerçekleştirdiği saldırılar yüzünden Türkiye’nin büyük çaplı askeri yardımına rağmen geri almakta başarısız olmuştu.

Mart 2020’de ilan edilen ateşkes ve uzlaşı Türkiye’yi çözmesi gereken çeşitli zorluklarla karşı karşıya bırakmıştı. Bu zorlukların başında güvenli geçişlerin oluşturularak muhalif grupların M4 çevresinden uzaklaştırılması geliyordu. Buna ek olarak, uzlaşının Türkiye ile Rusya Savunma Bakanlıkları tarafından açık ölçütlere oturtulamaması iki ülkenin güvenli geçiş bölgesi oluşturmakta başarılı olmasını engelledi. Uzlaşının ilanından yalnızca 7 gün sonrasına tarihlenen ortak devriyelerin başlaması hususunda başarı elde edilemedi. Zira, yalnızca birkaç devriye icra edilmiş ve Rusya, İdlib’in Eriha beldesi yakınlarında devriyelere yönelik düzenlenen saldırıları bahane ederek ortak devriyeleri askıya almıştı.

Rusya açısından güvenli geçiş bölgesinde geçişlerin başlaması öncelik arz ediyor. Türkiye’nin ise bu talebi İdlib’de yeni çatışmalar olmaksızın karşılaması zor görülüyor. Türkiye’nin muhalif grupların hassasiyetlerini göz önüne alması nedeniyle M4 otoyolu ve güvenli geçiş bölgesi meselesini çözmesinin zorluğu, Rusya’nın kontrolündeki Esed rejimini M4 otoyolunu ele geçirmek için yeni saldırı başlatmaya itecektir. Şüphesiz bu durum muhaliflerin Cebel-i Zaviye bölgesiyle olan bağlantılarını kaybetmesine sebep olacaktır. Ayrıca böyle bir durumda Türkiye’nin bölgedeki güç tekelini gereksiz hâle getirmekle birlikte saldırı ister Ğab Ovası ister Serakib isterse de başka bir yönden olsun on binlerce sivilin Cebel-i Zaviye’den büyük bir göç hareketi başlatmasına sebep olacaktır.

Saldırının Etarib’den başlayarak Sarmada üzerinden Bab el-Hava sınır kapısına doğru olma ihtimali uzak bir ihtimal değildir. Bu durumda Türkiye’nin nüfuz bölgeleri arasındaki bağlantı kopacak ve İdlib’in Afrin ve Halep’in kuzey kırsalından ayrı muhaliflerin kontrolünde küçük bir cep haline gelmesine sebep olacaktır. Akabinde muhalifler siyasi güçlerini de yitirebilir.

Buna karşılık Rusya’nın 2015 yılından bu yana Suriye’de uyguladığı savaş taktiği şöyle özetlenebilir: Geride tehdit oluşturabilecek cepler bırakmadan ilerlemek. Bu yüzden rejimin bütün İdlib’i ele geçirme hedefi olmaması hâlinde yukarıda işaret ettiğimiz saldırının olması pek mümkün görülmemektedir. Zira rejim, 2019 yazında başlattığı son saldırıda Lattamine beldesini kuşatma altında tutarken daha içerdeki Han Şeyhun beldesini işgal etmiş ve Lattamine’de başta yerel gruplardan Ceyşu’l İzze olmak üzere muhalif grupların ciddi direnişiyle karşılaşarak büyük kayıplar vermişti. Ancak muhalif gruplar, tamamen kuşatma altına girme riski olması nedeniyle beldeden çekilmişti.

Bilindiği üzere Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ), 2014 yılında Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve 2017 yılında Suriyeli İslamcı örgütlere karşı sürdürdüğü operasyonların ardından askeri ve güvenlik açıdan İdlib’de tamamen nüfuz kurmuştur. 2020 baharından itibaren ise HTŞ, kendi projesi dışında kalan rakip cihatçı oluşumlara karşı operasyonlarını sürdürüyor. Bu operasyonlar neticesinde İdlib’deki Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) kalıntılarını büyük oranda yok etmeyi başarırken, günlük olarak örgüte operasyon yapmaya devam ediyor. HTŞ ayrıca, kendisinden ayrılışları da minimize ederek, örgütlülüğünü bozmaya çalışan herkese demir yumruk indirmeyi başardı. Bu çerçevede, HTŞ’nin Kalamun Bölge Komutanı Şeyh Ebu Malik el-Teli, örgütten ayrıldığını ilan etmesinin ardından örgüt tarafından tutuklandı. HTŞ, El Kaide’ye biatını sürdüren küçük bir cihatçı grup olan Hurras ed-Din örgütünü de zayıflatırken, beş cihatçı grup tarafından (Hurras ed-Din, Cephe Ensar ed-Din ve başka 3 grup daha) ortak cephe kurulması yönündeki girişimleri de engelledi. Son olarak HTŞ, İdlib’deki cephe hatlarında bulunan Çeçen savaşçılardan da silahlarını teslim ederek İdlib’den ayrılmalarını istedi.

HTŞ, İdlib’de kurduğu güvenlik otoritesine rağmen “kimliği belirsiz” kişilerin Türkiye ve Rusya tarafından M4 otoyolunda gerçekleştirilen askeri devriyelere saldırılar düzenlemesini engelleyemedi. Bununla birlikte, HTŞ’nin bu saldırılarda parmağı olma ihtimali çok uzak değildir. Eğer durum gösterildiği gibiyse bu saldırıların HTŞ’nin işine geldiği söylenebilir. Zira HTŞ, M4 otoyolunun güvenliğini sağlama noktasında vekil olmak istemektedir. Bunun gerçekleşmesi cihatçı vasatta HTŞ’ye yönelik eleştirilerin dozunu arttırabilir ancak radikal grupların varlığındansa HTŞ’nin güvenliği sağlayabilen bir polis olarak İdlib’de var olması daha tercih edilir bulunmaktadır. Dolayısıyla denilebilir ki; İdlib’deki radikal cihatçı gruplar arasındaki mücadele sona ermek üzere. Çünkü HTŞ bölgede fiili olarak hâkim durumda.

Bunlara binaen HTŞ’nin İdlib’de kendi otoritesini dayattığı söylenebilir. Buna paralel olarak HTŞ’nin uluslararası toplumun iş birliği yapabileceği ve güvenliğin sağlanarak cihatçı grupların tasfiye edilmesinde kullanılabileceği propagandası da sürmektedir. HTŞ ve lideri Ebu Muhammed el-Cevlani’nin imajını düzeltme propagandası şu 4 unsur üzerine bina edilmiş görülmektedir:

  • El Nusra Cephesi’nin “Şam’ın Fethi Cephesi” ismini almasının ardından El Kaide ile olan irtibatının kesilmesi.
  • Moskova Anlaşmasının bir kısmının uygulanması için HTŞ’nin Türkiye ve Rusya ile iş birliği yapmayı kabul etmesi.
  • Nusra Cephesi’nin Arap ve yabancı ülkelerde bazı finans toplama faaliyetleri dışında kriminal ya da şiddet olaylarına karışmamış olması.
  • Ebu Muhammed el-Cevlani ve HTŞ’nin üst kadrosunun tedrici olarak değişim göstermesi.

Propagandayı yürütenler, örgütün yöntemlerindeki gözle görünür değişime dikkat çekmektedir. Zira HTŞ liderleri, sakallarını kısaltmakta ve Afgan cellabiyesi yerine modern giysileri tercih etmektedir. (Cellabiye, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal ettiği dönemde bu ülkede Sovyetlere karşı savaşan Arap savaşçılarının adeta resmi giysisi hâline gelmişti. Bunu yerel Afgan halkıyla uyumlu görülmek için kullanmışlardı.)

Genel olarak bu propagandanın hedefinin birinci derecede ABD’deki, ardından Avrupa ülkelerindeki karar alma mekanizmalarını HTŞ’nin terör örgütleri listesinden çıkarılması için gerekli adımları attığını ikna etmeyi hedeflediğini söyleyebiliriz. Sonuçta bu çabaların bazı şeyleri normalleştirmesi ve Washington yönetiminin Suriye’nin kuzeybatısındaki teröre karşı mücadelede HTŞ’ye güvenmesi sonucunu getirebilir.

Ancak, İdlib’de ABD’nin rolüne odaklanarak buna karşılık Rusya’nın rolünün küçümsenmesi bu bakış açısında bir kusur olduğuna işaret etmektedir. Zira bu bakış, Rusya’nın İdlib’deki Türk varlığını belirsiz bir zamana kadar göz ardı edeceği üzerine kuruldu. Bu da Türk nüfuzu altındaki bölgeler dahil Suriye’nin tamamında Esed rejiminin hâkimiyetini kurmayı hedefleyen Rus siyasetine aykırı görülüyor. Ayrıca, Esed rejiminin geçmişte Türkiye’ye ait bazı askeri noktaları kuşatma altına alarak Türk askerlerini bölge dışına çıkmaya zorladığı göz önünde bulundurulmalıdır.

HTŞ’nin özelde ABD, genelde bütün Batı ülkeleriyle normalleşmeyi hedefleyen bu çabalarının iki seviyede devam ettiği söylenebilir: Birincisi; bazı aracıların çeşitli kanallarla sürdürdüğü güvenlik seviyesindeki çabalardır. Ancak HTŞ’nin Batı yararına üstlendiği güvenlik rolünün sonuç vermesi için arttırılmaya ihtiyaç duyduğu kesin. Bunun sebebi de bu rolün uluslararası güvenlik yapıları tarafından çevrelenmiş olmasıdır. İkincisi; yönetimlere yakın ABD’li ve Avrupalı kurumlarla yapılan iletişim çalışmaları. Bunların başında Uluslararası Kriz Grubu geliyor ki yakın bir döneme kadar bu kurumun başkanlığını Barack Obama’nın eski Ortadoğu danışmanlarından olan Robert Malley yapıyordu. Yine ABD’de yayın yapan Front Line haber ağı da bu duruma katkıda bulunmaya devam ediyor. Ebu Muhammed el-Cevlani de daha önce birçok kez HTŞ’nin ABD ve Batı ülkeleri için tehdit arz etmediğini vurgulamıştı. Aynı şekilde HTŞ’nin Genel Şer’i Kadısı Abdurrahim Attun da 2020 Eylül’ünde verdiği bir röportajda, Batı ülkeleriyle ilişkileri normalleştirmeyi arzuladığını vurgulamıştı. Bu çabaların sonuçları ABD’nin Eski Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in “HTŞ, ülkemize yönelik bir tehdit arz etmiyor. Onlarla iletişim kurmalıyız” şeklindeki açıklamasında görülmüştür. Dolayısıyla, bu minvalde her iki taraftan da HTŞ’nin önümüzdeki aylarda terör örgütleri listesinden çıkarılmasıyla sonuçlanacak yeni adımların gelmesi beklenmektedir.

HTŞ’nin imaj çalışmaları kapsamında dayandığı bir başka nokta da İdlib’deki Kurtuluş Hükümeti ve hükümetin başarılı çalışmalarını öne çıkarmaktır. Bu da Kurtuluş Hükümeti’nin geleceğinin HTŞ’nin geleceğine bağlı olduğunu göstermektedir. Eğer HTŞ, uluslararası toplumu otoritesini kurduğu ve uluslararası talepleri yerine getirdiği noktasında ikna ederse (HTŞ’nin İdlib’de Suriye Milli Ordusu’nun hâkimiyetindeki Afrin ve Halep’in kuzey kırsalındaki bölgelere kıyasla büyük oranda istikrarı sağladığı yadsınamaz bir gerçek. Bunun ana sebebi ise HTŞ’ye bağlı Merkezi Güvenlik Komitesi’nin IŞİD hücrelerinin yok edilmesi konusunda elde ettiği başarı ve Kurtuluş Hükümeti İçişleri Bakanlığı’nın çalışmalarıdır.) gerek HTŞ gerekse Kurtuluş Hükümeti’nin İdlib’de bilinmeyen bir zamana kadar varlığını sürdürmesini beraberinde getirebilir. Ancak yine de HTŞ bazı sorunlarla yüzleşmeye devam etmektedir. Örgüt bu sorunlarla yüzleşmekte ve çözüm bulmakta başarısız olabilir. Zira, bölge Esed rejimi ve destekçileri tarafından düzenlenecek sonucunu öngörmenin zor olduğu yeni bir askeri operasyon riskiyle karşı karşıya bulunuyor.