İsrail’de genel seçimler yaklaşırken, birden çok yolsuzluk iddiasıyla ilgili polis soruşturmasıyla karşı karşıya kalmış olmasına rağmen mevcut Başbakan Benjamin Netanyahu, muhtemel zaferiyle birlikte görevinde kalacak gibi görünüyor. Soruşturma sonrası görevden alınsa veya seçimlerde başarısızlığa uğrasa bile, ülkesinin Körfez ülkeleriyle olan yakınlaşma süreci, İsrail’in dış politika ajandasında önemli bir yer tutmaya devam edecektir. Üstelik bu mesele, İsrail siyasetindeki muhalif partilerden dahi destek görüyor. Nitekim Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere birçok Arap devletiyle geliştirilen bu ilişkiler, son birkaç yıldır İsrail dış politikasında benimsenen bir fenomenin yalnızca bir tezahürüdür. Ortadoğu’nun tehlikeli sularının ötesinde kurduğu ittifaklarla uluslararası tanınırlık kazanma çabasıyla geçen yıllardan sonra, İsrail dış politikasındaki bu hedefinde gitgide bir ilerleme kaydetti ve odağını artık bölgenin lehine doğru çevirmeye başladı. Bir başka deyişle, ülkenin bölgesel tehditlere karşı uluslararası tanınırlığa dayanma politikası artık bölgesel güçlerle bir iş birliği halinde hareket etme politikasıyla yer değiştirdi.

1948 yılında kurulduğunda İsrail, etrafındaki Arap devletlerinin hasmane tutumlarından ötürü zaten izole olmuş durumdaydı. Bu izolasyonu kırmak amacıyla ülke, küresel ve bölge üstü güçlere dair 1950’li ve 1960’lı yıllarda iki çeşit politika benimsedi. ABD, SSCB ve Fransa olmak üzere küresel güçlerle denge siyaseti gözetirken, bölgesel hinterland ise İran, Türkiye ve Etiyopya gibi ülkelerle yakın ilişki kurmayı hedefleyen “Çevresel Doktrin” stratejisini geliştirmekle ayrıca önem kazandı. Her ne kadar bu politika bölgesel boyuttan ayrı tutulamasa da İsrail’in bu yıllarda uluslararasılığa yönelik eğiliminin daha kuvvetli olduğu kesindir. Örneğin, yine bu yıllardaki 1967 Arap-İsrail Savaşı, ülke adına sadece bir askeri başarı değil, aynı zamanda uluslararası toplumca tanınırlığını arttırabildiği bir hadiseydi. Sonrasında her ne kadar SSCB kendisiyle ilişkileri kopartıp ülkeyi Batı Kampı’na dahil olmaya mecbur bıraksa da uzun yıllardır sürdürülen iyi ilişkilerin bir sonucu olarak ABD ile olan ittifakın ortaya çıkışı, İsrail’in uluslararası tanınırlığı açısından önemli bir sonuçtu. Bu durum özellikle Arap-İsrail barış görüşmelerinin arabuluculuğu sırasında kendini gösterecekti.

Günümüzdeki bu yakınlaşma süreciyle sonlanan olaylar zinciri esasen 1970’li yıllarda başladı. Arap devletleriyle birbiri ardınca gelen askeri çatışmalarda kazandığı başarılarla ve ABD’nin desteğini almakla beraber İsrail, dış politikadaki önceliklerini yeniden gözden geçirebileceğini ve bölgedeki varlığına dair daha fazla manevra alanı oluşturabileceğini gördü. Revizyonist Siyonizm’in önde gelen figürlerinden Menahem Begin’in liderliğindeki Likud partisinin 1977’deki seçim zaferiyle beraber yükselişe geçen sağ siyaset, aynı zamanda yeni bir dış politika ajandasıyla da gelmişti. Ancak bu süreçte tüm gidişatı değiştiren iki tane olay gerçekleşti. Birincisi, Mısır’la Camp David anlaşması imzalandı ve Arap ülkeleri içerisinde en kalabalık nüfuslu ve askeri anlamda en gelişmiş orduya sahip tehditler saf dışı bırakılmış oldu. Bu gelişme İsrail’e, bölgesel tanınırlığı, tamamıyla uluslararası tanınırlığa bağlı kalmadan da alabileceğini gösterdi. İkincisi de İran’daki İslami devrimle birlikte İsrail, bölgede sadece bir müttefik kaybetmekle kalmadı, aynı zamanda Camp David anlaşmasının getirilerini tehdit eden revizyonist bir güçle zor bir durumda karşı karşıya geldi. Bu gelişme İsrail’e, bölgesel tanınırlığın ayrıca ne denli önemli olduğunu göstermiş oldu.

Bu süreçten sonra ise İsrail dış politikasındaki uluslararasılık ve bölgesellik dengesi değişmeye başladı ve ülke, oldu bittiye dayalı birçok tartışmalı icraatı hayata geçirmeye başladı. Örneğin, 1980 yılında İsrail Meclisi Knesset, sonradan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından da kınanacak bir karar olarak Kudüs’ü “İsrail’in başkenti” olarak ilan etti. Üstelik Batı Şeria’daki yasadışı yerleşimlerin inşası artışa geçti ve bir devlet politikası olarak teşvik edilmeye başlandı. Lübnan’ın işgali ve 1982’de Sabra & Şatilla kamplarındaki bilinçli mezalimler, ülkenin ulusal güvenlik hedeflerine karşın uluslararası tanınırlığı göz ardı ettiğini ortaya çıkaran diğer olaylardı.

Arap ayaklanmalarıyla beraber Ortadoğu ve Kuzey Afrika (MENA) Bölgesi’nin geçirmiş olduğu dönüşümü, bu Arap-İsrail yakınlaşması hikayesinin iki taraftan da anlaşılabilmesi için incelemek gerekiyor. İsrail, gelişmelerin ilk safhasında ihtiyatla karışık kendinden emin olduğuna dair bir duruş gösterdi. Ancak Suriye’deki iç savaş – ve İran’ın Hizbullah dahil olmak üzere vekalet savaşlarında aktif askeri dahliyle – İsrail, etkileşimini artırmak ve “bölgesel çözümlere” başvurmak zorunda kaldı. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu ve hatta Trump yönetimi tarafından da İran’ın anlaşmaya uyduğu belirtilmesine rağmen imzalanan nükleer anlaşmanın itibarsızlaştırılma çabaları, bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bu politika, İran’ın Yemen, Irak, Suriye ve Lübnan’a uzanan etkisiyle beraber kendilerini çevrelenmiş hisseden Körfez ülkelerinde de karşılık buldu. İsrail’le birlikte statüko yanlısı güçler olarak bu ülkeler, zaten 1979’daki devrimin bir mirası olarak revizyonist bir İran dış politikası karşıtlığında da aynı kanaati paylaşıyorlardı.

Bununla birlikte, mesele yalnızca İran boyutundan ibaret değil. 1980’li ve 90’lı yıllara dek uzanan MENA Bölgesi’ndeki siyasal İslam’ın yükselişi, Arap ülkeleri için politik meşruiyetlerini yitireceklerinden, İsrail içinse “bölgedeki tek demokrasi” iddiasıyla çelişmeye sebebiyet vereceğinden, statükoyu gözeten bu iki taraf için de tehdit edici bir fenomen olarak algılanıyor. Bu çıkar uyumuna özellikle 2013’teki Mısır darbesinde şahit olundu. Darbe ve sonrasında yaşanan baskı politikasını Suudi Arabistan ve BAE’nin finanse etmesinin yanında, İsrail de sürece destek verdi. Bu politika aynı zamanda son olarak, Kaşıkçı meselesinde de devam etti. “İstikrar” gerekçesiyle, İsrail ve Suudi Arabistan arasında istihbarat servisleri arasındaki diyaloglar da dahil olmak üzere yıllardır süren çabalar, Suudi rejimince işlenmiş vahşetin herhangi bir şekilde kınanmasına baskın geldi. Tarih burada kendini tekrar ediyor, çünkü otoriter Arap liderlerle yürütülen bu iş birliği politikası ABD’nin “Sovyet tehdidi” ve “İslamcı terörü”ne karşı Ortadoğu’daki politikasının yalnızca güncellenmiş bir hali gibi görünüyor. Tıpkı bir zamanlar MENA Bölgesi’ndeki demokratikleştirme çabalarının bu büyük tehditlere kurban edilmesi gibi, bu sefer de büyük “İran tehdidi” ve “İslamcı tehdit” yüzünden bölgedeki demokratikleşme çabaları ve statükoya karşı muhalefet baltalanıyor.

Bu arada Filistinliler ise bu baskı sürecinin en büyük kurbanı oluyor. İsrail’in, Araplarla yukarıda bahsedilen sebeplerden ötürü yakınlaşması, Filistin meselesini işe yararlılık uğruna göz ardı etmesine olanak tanıyor. Böylelikle, ABD’yi büyükelçiliğini Kudüs’e taşımaya teşvik etmesi, Knesset’in ülkedeki Arap azınlığın ve Dürzi topluluğun statüsüne zarar vermeye yönelik tartışmalı bir “Ulus Devlet Yasası’nı” onaylaması ve işgal altındaki Batı Şeria’nın El Halil kentindeki Uluslararası Geçici Mevcudiyet Gücü’nün (TIPH) görev süresini tek taraflı olarak sonlandırması gibi oldu bittiye dayalı icraatları alenen hayata geçirebiliyor. Üstelik, “Yüzyılın Anlaşması” ile birlikte yine oldu bittiye dayalı bir çözümü uygulamak adına herhangi bir Filistin temsilini göz ardı ediyor ve Fetih liderliğindeki Filistin Yönetimi’nin sembolik temsiline bile tenezzül etmiyor.

İsrail, Arap ülkelerinin çoğunu Arap ayaklanmaları sonrasında yanına çekerek önemli bir başarı elde etmiş görünüyor. Ancak bu politika, uzun vadeli amaçlardan mahrum ve stratejik olmaktan ziyade taktiksel kalıyor. İran tehdidi etkisiz hale getirilse bile, ki asimetrik çatışmalardaki tehditlere karşılık vermenin gerçek bir zorluk olduğunun düşünülmesi gerekiyor, bu yakınlaşma süreci başarısız olmaya mahkûmdur. Çünkü bu süreç Arap devletlerindeki toplumsal meşruiyet temelli siyasal meşruiyeti inşa etmedeki gerekliliğin kaçınılmaz oluşunu biraz daha ertelemekten başka bir işe yaramıyor. Arap ayaklanmalarının da halihazırda kanıtladığı gibi, otoriter Arap liderleriyle yürütülen dostluk ilişkisi günün sonunda çökmeye mahkûm oluyor. Nihayetinde bu liderler hayatta kalma endişesiyle meşruiyet meselesini göz önünde bulundurmak zorunda kalıyorlar.

Bununla birlikte, iki taraf arasında Filistinli grupları dahil etmeden Filistin meselesinde çözüm bulma çabası, başarısızlığı kaçınılmaz kılıyor ve bu durum  yakınlaşma çabasının bozulmasına dahi sebebiyet verebilir. İsrail-Filistin meselesinin tarihindeki iki İntifada ve yakın zamandaki Bıçak İntifadası da gösteriyor ki Filistinliler, var olan durumu direnişleriyle değiştirmek adına bir lidere dahi ihtiyaç duymuyor. İsrail ise elbette Araplarla olan iş birliğinin Filistin meselesinde meşru ve etkili bir çözüm bulmaya bağlı olduğunun farkında.